Peşine taktığı haberi bir an önce yetiştirmek için tozu dumana katarak gelirdi rüzgâr. Şehrin meydanını bir güzel süpürüp herkesi etrafına toplar ve başlardı anlatmaya. Dağların arkasındaki ovaları, nehirlerin içindeki balıkları, ağaçların tepesindeki çocukları, kuyuların içindeki karanlıkları… Her şeyi anlatırdı. Hem de allaya pullaya…
Rebiülevvelde denizi anlattı mesela. Uçsuz bucaksız bir çöl hayal edin, dedi onlara. İçi suyla dolu; çocuklarınızın gözleri gibi mavi, güneşe bakan başaklar gibi parlak, ağıldaki kuzular gibi yumuşak… Dalgaları anlattı sonra. “Omuz omuza vermiş küçük sıradağlar gibi koşarak gelirler şehre. Sonra kendilerini kıyıya vururlar, cam kırılması gibi bir ses! Tuz buz olur kayalara çarpan sular, konfeti gibi saçılır etrafa. Bir görseniz, doyamazsınız izlemeye. Üstünde gemiler, kayıklar; altında inciler, mercanlar…”
Ne yapıp edip ikna etti şehrin büyüklerini. Onlar da üç bilge kişiyi seçip tacir olarak gönderdiler kıyısı denize değen bir şehre. Üç bilge, üç yiğit, üç basiretli taciri… Dağlar aştılar, ovalar geçtiler. Arkada kaç gece bıraktıklarını hesap etmek için her doğan günün ardından “Ya Selam” yazdılar defterlerine. Tehlikelerden koruyan, selamete çıkaran Allah’a şükür olsun diye.
Nihayet rüzgârın anlattığı şehirlerden birine vardılar. Uçsuz bucaksız bir deniz çıktı karşılarına. Gökyüzünün yere düştüğünü zannetti içlerinden biri, ne kadar yorulduğunu o zaman anladı. Diğeri, denizi bir ayna zannetti, gökyüzünün kendini izlediği. Üçüncüsü de şaşkındı, ama bir o kadar susuz. Dudakları çatlamıştı hepsinin, derya önlerindeydi, ama içecek bir yudum su vermiyordu onlara. Kendi şehirlerindeki Ballı Çeşme’nin suyunu özlediler birden. Avuçlarını doldurup kana kana içtiler buz gibi suyunu. Ancak o zaman dindi susuzlukları, yorgunlukları gitti. Ancak o zaman tezgâhlarını kurabildiler.
Bir kadın çığlığı düştü çarşının ortasına. Tezgâhların üstüne yıldırım gibi indi sesi. Ne varsa yaktı, yok etti. Kendi boğazını değil, yeri göğü yırtan bir anne sesiydi bu. “Yedi kollu canavar!” diye bağırıyordu denize. Saçı başı dağılmış, gözleri kan çanağına dönmüş, ölü kadar beyaz yüzüyle kadın olmaktan çıkmıştı. İnsan olmaktan… Sadece bir anne kalmıştı geriye. Aklını kaçırmış bir anne. Diz üstü çökmüş, kumu eşeler gibi karıştırıyordu denizi. Başından aşağı boşalan dalgalar bile kendine getiremiyordu onu. Koca denizin kıyısında bir nokta gibi görünüyor, birbirine çarpıp bulanan kaç denizin hırçınlığını taşıyordu içinde.
Bu olanlardan sonra Ballı Çeşme’nin sesi geldi yine kulaklarına. Bugüne kadar hiçbir çocuğun canını yakmayan o güzelim çeşmenin... Geri çağırıyordu onları. Söz dinlediler, bunu bir işaret sayıp yola revan oldular. Geride kaç gece bıraktıklarını hesap etmek için her doğan günün ardından “Ya Tevvab” yazdılar bu kez defterlerine. Tövbeleri kabul eden, gafletten uyandıran Allah’a şükür olsun diye. Şehirlerine vardıklarında, Ballı Çeşme’den af dileyip alnından öptüler onu. Kimse çıkıp bir tek soru sormadı. Çünkü bütün soruları avuçlarında ufalıyordu, üç büyük adamın eski bir çeşmenin duvarında ağlaması.
Bir kez de şevvalde geldi rüzgâr. Yine şehrin meydanını güzelce süpürüp herkesi etrafına topladı ve anlatmaya başladı. Dağların arkasında bir orman, ormanın arkasında ışıl ışıl bir şehir vardı. Ellerini kaldırdığında göğe değen cam binalar. Bu cam binaların içinde bir dediği iki edilmeyen çocuklar. Her birine kocaman odalar… Ağzına kadar yiyecekle, kıyafetle dolu dolaplar. Kapıların önünde bekleyen rengârenk otomobiller. Güneş gidince lambalar, lambalar sönünce güneş; beş vakit yüzü aydınlık bir şehir.
Üç bilge kişiyi hekim olarak gönderdi şehrin büyükleri bu kez. Rüzgârın anlattığı bu sırça şehri bulacak, gördükleri her şeyi dönüp hikâye edeceklerdi. Dağlar aştılar, ovalar geçtiler. Arkada kaç gece bıraktıklarını bilmek için her doğan günün ardından “Ya Reşid” yazdılar defterlerine. Doğru yolu gösteren, kapılar açan Allah’a şükür olsun diye.
Nihayet bastıkları her yer taş, dokundukları her duvar cam olan bir şehre vardılar. Sağa dönseler, parlak ve iri gözlerini avının üzerine dikmiş ejderler gibi hızla gelen otomobiller; sola dönseler, insanın üzerine yıkılacakmış gibi eğreti duran lacivert binalar… Başları döndü ilkin, bastıkları yer ayaklarının altından kaydı. Yere yığılıp düşmemek ve bu koca binaların başlarına toplanıp omuzlarının ucundan kibirle onlara nasıl baktığını görmemek için Akgül’ü anlatmaya başladı içlerinden biri. Alnından burnuna inen beyaz akıtmasını okşarken başını eğip sahibinin omzuna nasıl yasladığını, koşarken yelelerinin nasıl savrulduğunu, binek taşına çıkan çocukları sırtına alıp diğer atlarla nasıl yarıştığını… Yere yığılıp düşmemek için kendi şehirlerine tutundu kalpleri.
Şifalı otlarını satacak bir aktar aramaktan vazgeçtiler. Ağaçlarını ve çiçeklerini yok eden, yerde çer çöp gibi savrulacak bir tek yaprak bırakmayan bu şehirden kıskandılar onları. Heybelerini açtıklarında mışıl mışıl uyuyan bir bebeğin nefesi gibi kokusunu salan otlarını uyandırmadılar bile. Gömleğinin sol kolunu çengelli iğneyle omzuna tutturmuş esmer bir çocuk kapandı ayaklarına o sıra. Elinde kara bir bez, ayakkabılarının tozunu almak istiyordu. İzin vermediler ona, omzundan tutup ayağa kaldırdılar. Çocuk sağ elini açtı bu kez hiç konuşmadan. İçlerinden biri gelip avucundan öptü onu. Çünkü bir çocuk elini açmışsa, gönlü kırılmış demekti. Çünkü bir çocuk elini açmış ve üstelik susmuşsa “Beni iyileştir.” demek istemişti.
Kafesine tüneyen kuş gibi hiç konuşmaksızın pencereden bakan başka bir çocuk, kâğıt bir uçak savurdu havaya. Kafes altındandı, kâğıt ipekten, çocuk kalpten. Annesi güneş doğmadan çıkmıştı, babasını akşam da görmemişti. Tanımadığı bir kadının yanında uyanıyor, tanımadığı bir kadının yemeklerini yiyor, tanımadığı bir kadını annesinden daha çok seviyordu. Hâlbuki annesi her gün arıyor ve “Seni seviyorum.” diyerek telefonu kapatmadan önce mutfak tezgâhının üzerine bıraktığı portakalları hatırlatıyordu ona. Haftalardır üçünün bir araya gelmesini en az kendisi kadar bekleyen meyveleri… Telefonu her kapattığında annesini, babasını ve olmayan kardeşlerini kâğıt bir uçağa bindirip pencereden uğurluyordu. Arkasından bir portakal… Ertesi gün yine bir uçak ve bir portakal… Ve bir gün çocuk tek başına bindi uçağına.
Bu küçük çocuğun hayalini gerçek etmek için onun her gün pencereden attığı portakalları topladı üç hekim. Heybelerine doldurup kendi şehirlerine doğru yola düştüler. Geride kaç gece bıraktıklarını hesap etmek için her doğan günün ardından “Ya Rezzak” yazdılar defterlerine. Rızkı veren, hacetleri gideren Allah’a şükür olsun diye. Yüzleri mutluluktan altın gibi parlayan evlatları karşıladı onları şehrin girişinde. Anneleri “Gül kokulu yavrum.” diye sevdikçe, gül kokan evlatları… Bereket Hatun’un kapısına vardılar ayaklarının tozuyla. Portakalları ona verip evlerine kapandılar.
Meydana bir kazan kurdu Bereket Hatun. Adını bilmediği bir şehirden ve adını bilmediği bir çocuktan gelen bu meyveleri reçel yapmak için. Kimse çıkıp tek bir soru sormadı. Çünkü geldiği şehre ağıt yakan portakalların fokurtusu ve ölen bir şehrin cenazesinde yakılan buhur gibi etrafa saldığı kokusu, bütün soruları geri çeviriyordu. Sabah olduğunda herkesin sofrasında bir tabak reçel vardı. Sırça şehirde tek bir ailenin bile misafiri olamazken, Ballı Çeşme Şehri’nde yüzlerce eve konuk olmuş, yüzlerce sofranın baş köşesine kurulmuştu.
En son zilhiccede geldi rüzgâr. Şehrin meydanını süpürüp yine herkesi etrafına toplayacağını zannetti, ama umduğu gibi olmadı bu kez. Allah’ın hakkı üçtür, diyen bir avuç insandan başka kimse ona kulak vermedi. Buna rağmen başladı yeni hikâyesini anlatmaya. Çok uzakta değildi zaten anlatacağı şehir. Tepesinden karı eksik olmayan Muhabbet Dağı’nın ardında, etrafı metrelerce yükseklikteki surlarla çevrili muhkem bir şehirdi. Sabah akşam ilimle meşgul oluyordu orada herkes. Şehrin ortasından akan nehrin suyu bile mürekkep; kurusun diye çamaşır gibi bahçelerine serdikleri şeyler ise kitap sayfalarıydı. Okuma yazma bilmeyen yoktu. Bilmedikleri tek şey, okumamanın ne olduğuydu.
Son kez rüzgâra kulak verdi şehrin büyükleri. Aralarından üç âlim seçip heybelerini sırtlarına astılar. Onlar da boyun kesip seherle birlikte yola düştüler. Arkada kaç gece bıraktıklarını hesap etmek için her doğan günün ardından “Ya Alîm” yazdılar defterlerine. Gizliyi, saklıyı; geçmişi, geleceği bilen Allah’a şükür olsun diye. Rüzgârın bahsettiği şehre vardıklarında, her birinin önüne bir ok atıldı surlardan. Okların ucunda birer pusula: Ben Şehri’ne hoş geldin.
İlk defa rüzgârın doğru söylediğini düşündüler. Çünkü insanlar yürürken bile ellerindeki kitabı okuyarak gidiyor, fakat başlarını kaldırmadıkları için birbirlerini görmüyorlardı. Yanlarından geçen cenaze arabasını, düğün alayını; düşeni, ağlayanı, korkanı… Mermer duvarları, billur avizeleri, tek kişilik koltukları olan salonlarda sabahlara kadar oturuyor ve tartışıyorlardı; kâinatın varlığını, dağların yüksekliğini, aklın sınırsızlığını, örümceğin yapısını… Ama hep bir ağızdan konuşuyor ve uğultuları, birbirine karışan sigara dumanı gibi salonun duvarlarını, hatta şehrin havasını kirletiyordu. Halk bu zehirden nasibini alıyor, çocuklar hastalıklı büyüyor; kendilerinden başka hiç kimseyi beğenmiyorlardı. Birinin başarısını duyduklarında, ceketine düşen bir toz gibi bu haberi silkeleyip yollarına devam ediyorlardı.
Ağızlarını açmadan geri döndü Ballı Çeşme Şehri’nin âlimleri. Allah onları bu hastalıklardan korusun diye “Ya Şafi” çekerek vardılar topraklarına. Değil devasa surları, üst üste konmuş iki taş bile yoktu şehirlerinin etrafında. Kale gibi duaları vardı sabah akşam tazelenen. Âlimleri birbirinden ayrılırken “Allah seni toplasın.” derdi meselâ. Anneler çocuklarını mektebe gönderirken “Gök gibi açılsın zihnin, sular gibi çağlasın nefesin.” duasını dökerdi artlarından. Her dua bir melek olur, akşama kadar ayrılmazdı evlatlarının peşinden. Ayağı taşa takılsa düşmez; düşecek olsa gülerek kalkardı. Bu dualar sadece çocukları korumaz, şehrin havasını temizlerdi.
Gitme vakti gelince güneş bile üzülürdü bu şehirden ayrılacağı için. Sabahı iple çeker “Doyamadığım zelve kırığım.” diye torunlarını namaza çağıran dedeleri izlemeyi sabırsızlıkla beklerdi. Ballı Çeşme Şehri’nin dedeleri nasıl da bilirdi torunlarını sevmeyi! Boyunduruğun ucuna taktıkları küçücük bir parçaydı zelve. Ucundaki ipliklerle birbirine bağlanan, zorlandığı zaman kırılan, kırıldığı zaman iş görmez olan… Ballı Çeşme Şehri’nin insanları nasıl da bilirdi güzel yaşamayı! Nasıl da bilirdi her güzellik için Allah’a şükretmeyi.
Edebiyatın derdi insandır. İnsanın ruhu... En kalabalık ve en yorgun şehirlerinden, en ıssız ve en kimsesiz sokaklarına kadar, onun her yerini karış karış dolaşmaktır edebiyatın derdi. Elindeki haritaya ve önüne çıkan işaretlere bakarak yol almaya çalışan bir hazine avcısı gibi ruhunun derinliklerine gömülen ne varsa, ona ulaşmak ister. İnsanı insana göstermektir çünkü derdi. İnsana kendini göstermek...
... Kaleye giderken yolda karşılaştığı Yüzbaşı Ortiz’le başlayan ilk düğümün akabinde, kaleden bir ân önce ayrılmak istediğini söylemek üzere gittiği Binbaşı Matti’nin odasından görünen kuzeydeki Tatar Çölü’nün manzarası gelir. Tüm direnmesine ve çırpınmasına rağmen kale, bir hırsız gibi ondan geçmişini çalar ve yerine kendisi geçer. Bir insanın günlük yaşamında sürekli tekerrür eden küçük olayların bile, insanı yaşadığı mekâna bağladığını anlatan bir sürü örnekten biridir sarnıcın sesi. Geceleri bütün kalenin koridorlarını dolaşan bu ses, ilk geceden Dragon’un uykusunu zehretmesine rağmen, daha sonraları ona sarılarak uyuyacaktır Dragon. ...
... Bugün kimsenin beline şed bağlanmıyor. Dolayısıyla kimse kendini bir yere ait hissetmiyor; kalbinin ibresi bozulduğunda, o kuşağı bağlayan elin, onu geri almaya hakkı olduğunu bilmiyor. Kimsenin eline icazetname verilmiyor bugün. Dolayısıyla kimse, icra ettiği mesleğin esrarını, inceliklerini kendisine ulaştıran zatları tanımıyor ve onların duasıyla yola çıkmanın ne türlü bir saadet olduğunu bilmiyor. ...
Sargısından açılıp yayılan, yayıldıkça genişleyen bir halı gibi serildi bozkır ayaklarının altına. Dağlar önünü kesmese yoluna devam edip gidecekti. Rengiyle yakuta rakip çıkan it burunları, sevilip sevilmediğini bilmek isteyenlere beyaz taç yapraklarıyla hakikati söyleyen babasalar, el ayası gibi açılıp parmak uçlarından uyku dağıtan gavurgalar, bir ayna bulsa kendini seyretmeye doymayacak navrıs çiçekleri, minik yaprakların arasından başlarını uzatıp fark edilmeyi bekleyen kızılcıklar, kuruyan kabukları birbirine değdikçe hışırdayan iğdeler bu koca halının üzerinde oynayan çocuklar gibi şenlik getiriyordu bozkıra.