CAN BAĞI
Bir talebenin yetişmesi, hâzık bir hocanın önünde diz çökmesiyle başlar. Kemâli ise, hocasını ve onun geldiği silsileyi bilip tanıması ve onların ahlâkını kuşanmasıyla mümkün olur. Zira kendisine el verildiği gün beline bağlanan şed, bir nevi bu ahlâka; icazetnamesine yazılan muhterem zevatın isimleri, bu talebenin sırtını dayadığı manevî güce işaret eder.
Bugün kimsenin beline şed bağlanmıyor. Dolayısıyla kimse kendini bir yere ait hissetmiyor; kalbinin ibresi bozulduğunda, o kuşağı bağlayan elin, onu geri almaya hakkı olduğunu bilmiyor. Kimsenin eline icazetname verilmiyor bugün. Dolayısıyla kimse, icra ettiği mesleğin esrarını, inceliklerini kendisine ulaştıran zatları tanımıyor ve onların duasıyla yola çıkmanın ne türlü bir saadet olduğunu bilmiyor.
Şule ocağı istisnalardan biri... Çerağını “Benim hocam babamdır.” diyen A. Ali Ural’dan tutuşturan herkes, Kemal Ural’la arasında bir can bağı olduğunu bilir. Hangi ulu ağacın köklerine tutuna tutuna başını topraktan çıkardığını da... Hele nasibine Kemal Ural’ın sofrasında yemek yemek, onunla uzun uzun sohbet etmek düşmüşse, onun, bir kelebeğe dokunmaktan çekinir gibi insanın üzerine nasıl titrediğine mutlaka şahit olmuştur.
Bilvesile böylesi hatıralardan biri... Kemal Amca’yı ve Ülker Teyze’yi ziyarete gitmiştik. Bugün gibi hatırlıyorum; güle güle gitmiş ve güle güle dönmüştük. Fakat bu ziyaretten sonra Kemal Amca’dan bir mail aldım: “O gün yüzüne akseden keder çizgileri ne idi Rahşan? Yoksa ben mi yanlış gördüm, aydınlatır mısın beni? Senin gibi kalbi manevî güneşi bulan birini hangi hüzün rahatsız edebilir?”
Bu satırları ilk okuduğumda suçüstü yakalanmış gibi hissettim kendimi. Korktum. Çünkü insan ruhundaki en ufak ıstırap kırıntılarını bile hissedecek kadar melekeleri açıktı Kemal Amca’nın. Hiç ummadığım bir anda beni yakalayıvermiş, ister küçük ister büyük olsun, o ıstırabı yok etmek için bana yardım etmek istemişti. Sonra korkum geçti. Ruhumun röntgenini inceleyen mahir bir hekim bulmuş da onun ağzından çıkacaklara dikkat kesilmişim gibi bir ferahlık geldi üzerime. Seksen altı yaşın gölgesine, tecrübesine sığınmak kime iyi gelmez!
“Senin gibi kalbi manevî güneşi bulan biri” derken, aslında büyük bir nezaket göstermiş ve bana, olduğum yeri değil, olmam gereken yeri işaret etmişti. Istırap ne vakit seni esir alacak olursa, hemen perdeleri aç, kendini manevî güneşten mahrum bırakma, ancak o zaman şifa bulursun, demek istemişti.
Başka bir ziyaretimizde, kendi evimde büyüttüğüm barış çiçeğinin filizini söküp küçük bir saksıya dikerek Kemal Amca’yla Ülker Teyze’ye getirmiştim. Çiçeği eline alır almaz ona benim adımı verdi. Sadece bununla kalmadı tabii. O günden sonra ne vakit konuşacak ya da bir vesileyle karşılaşacak olsak, bana mutlaka Rahşan’dan bahsetti. İyiydi, mutluydu, büyüyordu, daha da büyüyecekti... Beni taltif etmek için yapmıyordu bunu. Çiçeği seviyordu, kuşu seviyordu, yağmuru seviyordu, insanı seviyordu... Sevgi, Kemal Amca’nın kokusuydu. Gölgesiydi. Yankısıydı. Gülüşüydü. Parmak iziydi onun.
Eğer sevgi onda bu kadar büyük bir anlam taşımasaydı ve sadece beni taltif etmek için yapsaydı, bu çiçekten kimseye bahsetme ihtiyacı duymaz ve o gün, Karacaahmet’te “Babam, çiçeğine senin adını vermişti Rahşan.” diyerek, kalbime bir ah bırakmazdı Ali hocam. Kalbin kilidini bazen bir çiçek açar, diyordu ya kitabında, küçücük bir çiçek üzerinden, onlarca defa kilidini açmıştı kalbimin. Onlarca kuş kanatlandırmıştı aramızda.
Hiçbir şey küçük değildi onun nazarında. Küçücük bir kuş, küçücük gagasında, küçücük bir çekirdeği taşıyarak onu koca bir kayanın üzerine bırakabilir ve o çekirdek, kayayı ortadan yaran kuvvetli bir ağaca dönüşebilirdi. Küçücük bir ihmale, dikkatsizliğe, tembelliğe, yanlışa tahammülü olmayışı da bu yüzdendi. Her küçük şeyin, ileride oluşacak büyükle yakından ilgisi vardı ve ömrü boyunca buna işaret etmişti.
Hele konuşurken... Sanki konuşmuyor da daktilo başında yazı yazıyordu. Düşüne düşüne, araya esler vere vere seçerdi kelimeleri. Aşağı yukarı durmadan hareket eden elleri, görünmeyen bir dümeni çeviriyor gibiydi. Belki de bu yüzden rotasından hiç çıkmıyordu sözleri. Belki de bu yüzden muhatabını hep doğru adrese bırakıyordu. Ayak ayak üstüne atardı konuşurken. Çok az insana yakışan bu hareket, onda bir kibir emaresi olarak değil, şahsına münhasır bir eda olarak görünürdü. Alnına, şakaklarına ve ensesine dökülen hafif dalgalı beyaz saçları, onun bilge kişiliğinin âhir ömründeki nişanıydı. Bu haliyle gözlerimizin önünden hiç gitmeyen nice resimler çizdi hafızalarımıza.
Ne mutlu Kemal Amca’ya ki ektiği tohumun nasıl bereketli bir ağaca döndüğünü görmeden göçmedi bu dünyadan. Bahçesinde yeşeren onlarca fidana şahit oldu. Ne mutlu bize ki onun huzurunda şed bağlandı belimize. Onun şeceresine yazıldı ismimiz.
Karabatak Dergisi, 55. Sayı
Peşine taktığı haberi bir an önce yetiştirmek için tozu dumana katarak gelirdi rüzgâr. Şehrin meydanını bir güzel süpürüp herkesi etrafına toplar ve anlatmaya başlardı. Dağların arkasındaki ovaları, nehirlerin içindeki balıkları, ağaçların tepesindeki çocukları, kuyuların içindeki karanlıkları... Her şeyi anlatırdı. Hem de allaya pullaya... https://twitter.com/muhitkitap/status/1390735684168790018
...İşte bir kez daha kabul oluyordu duası. Kendi aldığı abdestle uzanmıştı yatağına. Medine’deki evinde, Resulullah’ın gül cemalini izleye izleye derin bir uykuya dalmak üzereydi. Doktor Ayşe Hümeyra, hayatında ilk defa o gün sırtını döndü İstanbul’a. Çünkü Peygamber, bu kez Cennetu’l-Bâkî’ye çağırıyordu onu.
Sargısından açılıp yayılan, yayıldıkça genişleyen bir halı gibi serildi bozkır ayaklarının altına. Dağlar önünü kesmese yoluna devam edip gidecekti. Rengiyle yakuta rakip çıkan it burunları, sevilip sevilmediğini bilmek isteyenlere beyaz taç yapraklarıyla hakikati söyleyen babasalar, el ayası gibi açılıp parmak uçlarından uyku dağıtan gavurgalar, bir ayna bulsa kendini seyretmeye doymayacak navrıs çiçekleri, minik yaprakların arasından başlarını uzatıp fark edilmeyi bekleyen kızılcıklar, kuruyan kabukları birbirine değdikçe hışırdayan iğdeler bu koca halının üzerinde oynayan çocuklar gibi şenlik getiriyordu bozkıra.
Edebiyatın derdi insandır. İnsanın ruhu... En kalabalık ve en yorgun şehirlerinden, en ıssız ve en kimsesiz sokaklarına kadar, onun her yerini karış karış dolaşmaktır edebiyatın derdi. Elindeki haritaya ve önüne çıkan işaretlere bakarak yol almaya çalışan bir hazine avcısı gibi ruhunun derinliklerine gömülen ne varsa, ona ulaşmak ister. İnsanı insana göstermektir çünkü derdi. İnsana kendini göstermek...