Rahşan Tekşen

ANA SAYFA  »  KİTAPLIĞIM  »  EDEBİYAT AİLEM   »  Ayşe Uçkan

Ayşe Uçkan

Ayşe Uçkan
Ayşe Uçkan

BANA YAZ

Her mektup özeldir. Ama “ne özel” mektuplardı seninkiler. Geçmiş zaman kalıbıyla konuştuğuma bakma, okuyorum bu ara sık sık, hâlâ öyleler. Yazıldıkları günlere geri götürmede, anı diriltmede üzerlerine yok. Merak ettiğim, bana artık niye yazmadığın. Dur söyleme, ben bulayım…

Sıkıldın beni taşımaktan. Yakın arkadaş ilişkimizde hep ben anlattım, sen dinledin. Hiç derdin yok muydu senin? Annemi, babamı, ilk aşkımı, son sevdamı, ahbabımı, hasmımı hepsini tanıdın; sevgime, nefretime, hüznüme, neşeme şahit oldun. Ağladım, omzunda yatıştırdın. Yamaçlarına kar yağmaz zannedip ümitlerimi bağladığım tepelere lapa lapa düştüğünde beyaz gök, benimle beraber ağladın. Hep yüklendin dertlerimi, benim için hep dertlendin. Belki bu. 

Bıktın hep “yazan” olmaktan. Cevap bekledin mektuplarına. Bende yankı bulmayınca sesin, duyamadın kendi nefesini. Boş bir sahaya haykırır gibi hissettin; uçsuz bucaksız bir sahraya nasıl inmezse yağmur, nasıl vazgeçerse ondan sen de benden vazgeçtin, rahmetini esirgemeyi seçtin. Ama bu konuda biraz dargınım sana zira cevap beklemeden yazacağını söylüyordun nâmelerinde. “Senin gözlerinin dolaşması satırlarımda, beni anladığını bildiğim, benim de kendisini dibine kadar anlamaya niyetlendiğim bir dosta yazmak yetiyor bana. Sen oku, sadece oku. Ben sana her zaman yazacağım” sözünü veren sendin. “ Sen konuş, anlat, bense yazarak ifade edeyim düşüncelerimi” diyen senin kalemindi. Dargınım dedim, darılma: Farkındayım, tutulamayacak bir sözdü bu. Karşılık bulmayan bir ses, sonunda seslenmekten vazgeçer, sükûtu seçer. Belki bu…

Yoruldun birilerine omuz vermekten. Mektuplarında beni şımartır, abartır, layık olmadığım mevkie çıkartır, orada bırakıverirdin. Unutur muydun peki? Asla. Bir sonraki nâme daha ballı cümlelerle dolardı. Bıraktığın tahttan kibarca indirir, yedi kat göğe doğru fırlatırdın bu defa. Ne sevinirdim herkesin üzdüğü bu teselliye muhtaç ruhu, gördün, anladın diye. Ne üzülürdüm mektubu okuyup bitirdiğimde, içimdeki hüzün bulutu dağıldığı halde. Zira şöyle düşünürdüm: Bu kıymet bilmez, hatır dinlemez dünyada, hem vefâkar hem kadirşinas bir dostun ilgisi, mektubu yazdığı anda zirvededir, yolladığı vakitse artık başka alâka odakları istilâ eder yüreğini, cezbeder kalemini. Sen bu cazibe merkezlerinin birinden diğerine uçup, kanadında huzur ve sükûn taşıyan kelebektin, melektin. Bense sıramın gelmesini sabırla beklemekteydim. Benim sabır taşım çatlamadan geldin; hep daha dolu bir kucak, daha yoğun bir sıcaklıkla. Alıştırdın, övülmeye, sevilmeye, sevmeye… Her muhtaca koştun, her ihtiyaç duyana saçtın sevgini. Yoruldun. Belki de bu.

Bir defasında babama kızmıştım. Üniversitede okuyacağım bölümü ben değil o seçmeye kalkışıyor diye. Günlerce surat asmış, yetinmemiş ona küşmüş, sonunda ebeveynimle tüm ilişkimi kesmiştim. Babam neyse de annemden ne istemiştim?  Galiba onu da babama engel olmadığı, bu “itiraz etmeyen, ezik” tavrıyla onu şevklendirdiği için defterden silmiştim. Sana anlattığımda sessizce dinlemiş, ertesi gün bir mektup göndereceğini söyleyip teskin etmiştin. Kurtarıcı bir ipe sarılır gibi sarılmıştım mektup hayaline; ertesi günü iple çekmiştim. Ne zor beklemiştim…

Önce annemle aramı düzeltmemi önermiş, onun, babamın üzerindeki tesirinden istifadeyle istediğim bölümü ikisinin de kabullenmesi için yapmam gerekenleri sıralamış, taktikler vermiştin. İşe yaramıştı. Öfkem geçer geçmez bizimkilerle barışmış, üniversite sınavına yüksek bir moralle girmiştim.

Kanın delirdiği demlerde, herkes kadar âşıktım. Yine de hiç kimseninkine benzemediğini düşünüyordum sevdamın. En çok ben seviyordum dünyada, cihanda en muhteşem varlık, benim yârimdi; en derin duyguları ben yaşıyordum, en harikulade hâl, benim hâlimdi.

Yine sana koşmuştum; dinledin dinledin, “yarını bekle” dedin. Bekledim; maşuktan almayı umduğum mektuptan bile daha büyük bir heyecanla, inan. Mü’mindim, iyileştireceğine ruhumu; önceki namelerin şifa dağıtan elinden içtiğim mayi sebebiyle -hatta- şerbetliydim…

Cevabım geldi, gelen sendin: Kalbime, usul usul çarpmayı tavsiye ediyordun. Banaysa “Seviyorsan büyüksün” diyordun. “Seviyorsan büyürsün.” Büyüdüm o satırlarla. Kalbime yavaşlamasını öğrettim, sonra sevmeyi öğretti kalbim bana. Ne güzel sevdim…

Karşılık bulamayınca sevgime, bu defa gözyaşlarıyla koştum bucağına, sığındım sarıp sarmalayan, sessiz kucağına. Akıl vermedin. Benimle ağlayıp “yarını bekle” dedin. Gönlüm de ben de tanıyorduk tadını, sabrın meyvesinin. Geceyi sabaha ekledik, el ele verip bekledik; yarının getireceği merhemi, gönlüm bana, ben gönlüme sürecektik…

İlk paragraf bittiğinde, üzerimdeki kurşun gibi ağırlık hafiflemişti. Mektubun sonuna doğruysa özgürlüğe uçan kuşun kanadındaydım, asumanı fethediyordum.

En yakın arkadaşımla bozuştuğumdaysa senin sessizliğine özenip kendi derdime derman olma umudu ve belki benden de sükûnete davet eden cümleler çıkar ümidiyle odama kapanıp saatlerce düşünmüş, yazmıştım. Hırsımı, kıskançlığımı, kinimi, bütün duygularımı dökmüştüm hatıra defterime. Sonra da akılcı çözümler üretmeye heves etmiş, her kötü duyguyu yüce gönüllü affedişlerle savuşturmaya çabalamıştım. Olmamıştı. Hiç de senin bana yazdıkların gibi parlamıyorlardı. Gösterişli ama kof, suni adımlardı bunlar, sonu gelmeyen, herhangi bir hedefe varmayan. Nerden mi biliyorum, arkadaşıma hâlâ öfkeliydim.

Çaresiz, tekrar dost iklimine müracaat etmiştim. Her zamanki gibi yalnızca dinleyip, beklememi istemiştin. Ama o sıra ilgilenmen gereken bir yakının vardı da bir hafta gecikmişti tesellinâmem. İşte o zaman ne kadar alıştığımı anlamıştım satırlarına. Gecikmeli de olsa gelmişti ve sırtımı sıvazlayıp dostuma doğru itmişti beni.

Sonra aniden kestin mektuplarını. Ne kadar yukarı çıkarsa insan, çıktığı noktadan da yuvarlanırsa aşağı, o nispette acı çeker, değil mi? Acı çekiyorum. Beni çıkardığın yerden, doruktan düştüm, kanıyorum. Sana, sevgine, ilgine ilk defa mektup yazıyorum: Ne olur tekrar yaz bana.

Haksızlık etmemeliyim, samimiyetin, içtenliğin, dost sadakatin hep yanımda, yanı başımda. Mektup yazmaman, benimle alâkayı kestiğin anlamına gelmiyor elbet. Konuşarak tedavi ediyorsun artık. Ama ben her dakika açıp açıp okuyacağım, satırlarından, evvela acı çekeceğim fakat sonunda hak verdiğim hikmetler devşireceğim namelerin kokusunu özlüyorum. Dost sesin, kulağıma, kalbime o an iyi gelse de kelimelerin kağıt üzerinde vücut bulmuş hâli gibi tesir etmiyor. Dertleşirken sanki ben, her gün, çalıştığın kuruma başvurup şikâyetlerini sıralayan insanlardan birine, sen de onlara çözüm yollarını sabırla anlatmaya çabalayan memura dönüşüyorsun. 

Geçenlerde, yazıyla uğraşanların, ( mektuplarına “onlarda benim yayınlanmamış öykülerim gizli” dersin ya hep, ben hep kendimi öykülerinin kahramanı gibi hissederim ya) yazmak istedikleri konuda çok fazla konuşurlarsa yazmaya gerek duymayabileceğini okumuştum. Belki artık bana yazmaya gerek duymuyorsun. Belki sebep bu…

Bütün gün gürültücü komşusundan, mahallenin kedisinden köpeğinden, çöplerden şikâyetçi insanları dinleyip onları sakinleştirip uzlaştırmak sevabı çok, önemli bir iş, farkındayım. Kendine seçtiğin meslek bunu gerektiriyor, biliyorum. Ama yine de bencilce istiyorum. Hem bu defa karşılık vereceğime, senin verilmiş ama tutulması mümkün olmamış sözüne rağmen, söz veriyorum.

Sızlanıyorum, sızlanmaktan pek de hazzetmediğini bilmeme rağmen; nazlanıyorum,  naz çekmekten yorulduğunu görmeme rağmen: Ne olur bana yaz…

Ayşe Uçkan, Mürekkep Hapsi, Şule Yayınları, 2014.

EDEBİYAT AİLEM KATEGORİSİNDEN...

mustafa-durus-851

Mustafa Duruş

rüzgârın parmağını gördüm. hareketsizliğe dokundu. ne olduğunu neden dokunduğunu tuşun kendi parmağını seçtiğini bilmeden defalarca aynı tuşa dokundu.

DETAY...

f-hande-topbas-12736

F. Hande Topbaş

Pervanenin gölgesi düştü antik şehre, Zeus’un tüyleri ürperdi. Kuş bakışı seyrettim Bergama’yı. Tiyatro sessiz, basamaklar boş, rüzgâr kendi yazdığı oyunu sergiliyor. Genç kızın saçları yüzünü okşuyor tutkulu bir sevgili gibi, fotoğrafçının hasır şapkası uçuyor yamacın altındaki baraja doğru. Çocukların şekerini yalıyor rüzgar.

DETAY...

sehirler-arasi-16658

Hatice Tekin

On yıl kadar önce Hacer üç, bilemedin dört yaşındaydı. Şerife Hanım birkaç gündür dikmeye çalıştığı güçceyi nihayet bitirmişti. Uyku mahmurluğu içinde yatağında mızmızlanan kızına gösterdi. Onu annesinin elinde görünce utandı Hacer. Bir müddet ne yapacağını bilemeden durdu. Sonra yüzünü yastığına gömüp öylece kaldı. Şerife Hanım bu işlerin zorlamaya gelmeyeceğini biliyordu. Bu yüzden güçceyi sandığın üzerine bırakıp dışarı çıktı.

DETAY...

sumeyra-yaman-68734

Sümeyra Yaman

Tek bir nefestir görünür kılan rüzgârın şeklini Beni hazırla Rüzgâr çağırdıkça koyulaşan Toz ve dumanıyla şehirlerin anası Felaketi bir kavmin sekiz gece Azalıyor mahlukatın eşrefi Dönüp bakmadılar mı? Derken onları o yerden

DETAY...

2024. Copyright © Rahşan Tekşen.

Avinga | XML