Rahşan Tekşen

ANA SAYFA  »  KİTAPLIĞIM  »  EDEBİYAT AİLEM   »  Demet Soysal

Demet Soysal

Demet Soysal
Demet Soysal

MERHAMET

Pazılarına kadar kıvırdıkları yenlerini besmele çekerek açan orta yaşlı babalar, kalın tırnaklarına nal gibi çakılmış takunyalarını sürükleyerek şadırvandan ağır ağır gelen dedeler, ezberlerini namazda unutmamak için sessizce tekrar eden yeni yetmeler, sıvalı paçalarıyla koşarak cemaate yetişen üstü başı toz içinde ırgatlar, ıslak sakalları yüzlerinde dirice parlayan gençler; kâmetle beraber ayaklanmış, gözleri yerde mırıldanarak birbirlerine yanaşıp tek saf olmuş, cübbesini estire estire mihraba gelen imamın tekbirine kulak kesilmişlerdi. “  Durdum divana, uydum imama, kıblem kabe-i şerife. ” “Allahu Ekber!”  Cemaatin rüzgarıyla duvarlar soluklanmış,  Fatiha’nın peşine amin denilmişti.  Tam zamm-ı sureye gelmişlerdi ki bir şangırtı koptu.  Caminin vitraylı camı parçalanarak döküldü yere. Dedeler aksi bir tonla seslerini yükseltti, yeni yetmeler kelime atladı, babalar gözlerini seccadelerinde gezdirdi, gençler abartılı bir ciddiyetle kaşlarını çattı.  Birkaç ırgat omuzlarının üstünden sağa sola üfleyerek selam verdi. İmam bunun şeytanın bir oyunu olduğunu düşündü hemen. Tesbihleri okurken sesinin tonunu değiştirmedi.  Medleri çekti,  kasrları  bıraktı. Ne yavaş ne hızlı okudu. Fakat rükuya eğilince çakılları gördü, secdede alnına camlar battı.    İkinci taş bir “Allah!” bağırışıyla girdi içeri. “

“Allah!”

“Ey Allah!”

 “Çık dışarı! ”

            İmam bu kez duraksadı. Cemaat nefesini tutmuştu. Bu sesi hepsi bilirdi. Yıllarca caminin en dibindeki köşeden gelen sayıklamanın,  tahta paravanın deliklerinden kubbedeki pencereye uzanan gözlerin,  uzayan yakarışları cezbeyle kesen “Allah!” zikrinin sahibiydi o. Beş vaktine beş daha katar, camiyi en son o terk ederdi. Sabahları kilidin çıkardığı paslı sesi müezzinden gayrı bir o bilir,  namaz çıkışı kapıda bekleyen dilenciler; o önlerinden geçerken seslerini  yükseltirdi. – “Allah! Dert verip derman aratmasın. Allah! Korktuğundan emin etsin.” Allah! Evlat acısı göstermesin.” Öte köyün çingenlerini ayağına getiren derdi için kendine acır,  gücü yettiğince yürür, bu arsızlığa direnirdi. Netice  gerisin geri döner şalvarının üstüne diktiği cebindeki kuruşları sökük mendillerin üzerine aktarırdı.  Bazen tam o an; oğlunun yüzüne kan geldiğini, tam da o miskin karı pis eliyle paraları alıp çöp kokan koynuna soktuğunda, kendi evladının nefesi kesilmeden bir bardak suyu içebildiğini görür gibi olur, tekrar döner bu sefer beş kaymeyi dilencinin eline minnetle tutuştururdu.   

Ramazan ayı dışında köyde kadınların camiye girip çıkmaları pek vakii değildi.  Kör olasıca hastalık oğluna uğramadan önce o da teravihden teravihe gelirdi buraya. Fakat şehrin merkezindeki hastanenin kelli felli doktoru onca ayın sonunda iki elini iki yanına açıp boynunu eğerek, bundan sonrası Allah’ a kalmış, deyince; merhameti bol olan Allah’ ı ikna etmenin boynunda stetoskobu, suratına çerçeve çerçeve bakan şu herifi ikna etmekten daha kolay olduğuna inanmıştı.  Bundan öncesi doktora kalmıştı da ne olmuştu, sonrası da Allah’ a kalıversindi.  En ufak bir umutsuzluğa kapılmadı.  Aksine şaşkınlıktan kurtulmuş, rahatlamış, yapılması gerekeni apaçık görmüştü. Dua edecek ve oğlunu kurtaracaktı. Bu kadar basitti.  Allah biliyor, hakkını istiyordu.  Hacılara dua tembihleyip, yetimlerin başını okşayarak, yolculara su,  açlara ekmek vererek, nafile oruçlarla, kerahat tesbihleriyle hakkını istiyordu. İşrakta, evvabinde, kuşlukta, teheccütte. Şu mübarek namaz vakti tümsekte durmuş, eğile kalka yerden topladığı taşları camiye fırlatırken de hakkını istiyordu.

 Oğlu üç gün önce ölmüştü.  Gece boyunca harıl harıl yanan alnı yavaşça soğumuş, acıdan kasılan yüzü gevşemiş,  mermerden bir yontuya dönüşmüştü. Kadın hiç ses etmedi. Önce ocağı yakıp evi ısıttı, olmadı;  ardından  bir kova soğuk suyu oğlunun üstüne döktü, olmadı, sonra  omuzlarından tutup sarstı yine  olmadı.  Analık kötü şey.  Kadın ümitten kesilmedi, üç gün üç gece sedirin başında gezip durdu, Allah’ın oğlunu diriltmesini bekledi.  Arada telaş içinde kalkar sofaya koşturur sonra zank diye olduğu yerde kalırdı.  Yerde dizilmiş çömleklere,  kolu kırılmış çıkrığa, duvara asılı koyun postuna gözlerini diker; bir kanat sesi, fare tıkırtısı, kedi carıltısıyla irkilirdi. Hareket eden hiçbir şeye tahammülü yoktu.  Dalyan gibi oğlu taş kesilmiş duruyorken, ağzında ekmek kabuğu yuvalarına yürüyen karıncalara bakıyor ve onları kıskanıyordu.    Ağlıyordu hem; fakat bir ölüye ağlar gibi değil, ağır bir hasta için ağlar gibi. Kendini Allah’ a acındırıyor, ağladıkça gövdesinde gizli bir sevincin soluklandığını hissediyordu.  Üçüncü gün bir ara başını sedirin kenarına koydu.  Sonra aniden kafasını kaldırıp burnunu hızlı hızlı çekerek etrafına bakındı. Oğlu çürüyordu.  Yalın ayak evden çıktı.  Caminin önüne geldi.  Dua edecek oldu. “Çamurdan yaratan Rab…” Diyemedi. Sevinci sönmüştü. O vakit kollarını yukarıya doğru açıp avazı çıktığı kadar bağırdı. “Reva değil! Allah! Reva değil!”

Koşuşan insanlar onu tuttu, biri eliyle ağzını kapadı, öteki üzerine su serpti. Herkes bu sona kendini hazırlamıştı. Hepsi rolünü biliyordu. Çoktandır şifa dualarını kesmişlerdi, ilaç tarifi vermiyor, muskacı tavsiye etmiyorlardı.  Hal hatır soranlar dertli dertli kafalarını sallayıp, büzüşmüş ağızlarında bitik bir izmariti tüttürür gibi; hayırlısı, diyorlardı. Allah kurtarsın.  Allah çektirmesin. Allah yaşatmasın diyorlardı. Bir ölse de rahatlasan diyorlardı.  Hepsi kadının ilk andaki isyanını hoş gördü. O kadar olur, dedi. Onlar her şeyi tadında severlerdi. İbadet tadında güzeldi, isyanı da abartmamalıydı. Eğer koca karı dellenip, camiyi Allah’ın başına yıkmaya kalkıştıysa onu pıstırıp evceğizine yollamak bir müslümanlık vazifesiydi.

 Önce şaşkınca izlediler. Akranlarının içini tükenmiş bir gençlik zımparalıyordu.  Taşları tutan el on sekizindeydi. Dörtnala meydana inen, semersiz bir atın yelelerine yapışmıştı.   Sevdiği adamın elini kavramıştı tek.    Haşlanmış etleri çocuklarının önüne sıcak sıcak ditmişti. Tarlasından eğreltileri toprağı kusturarak sökmüş;  komşudan renkli düğme çalan kızının yanağına şak diye inmişti. Hamarat ve savaşkan.  Parmakları dua ederken göğü tırmalardı.  Eklemleri çökmüş,  derisi gevşemiş, kemikleri aşınmış... Biraz terbiye görmüşlerdi. Kıvırcık saçları sönmüş, memeleri sarkmış, göbeği karnına asılmıştı.  Ama şimdi böyle, bulutlara karşı dimdik, tam tamına on sekiz yaşındaydı. 

Cemaatten yavaş yavaş kınayan sesler yükseldi.   İmam hepsini susturdu. Bırakın, dedi.  Bıraktılar. Kadın her gün beş vakit camiye geldi.  Önce söylenerek etrafta döneniyor sonra taşları fırlatmaya başlıyordu. İnsanlar onu camiden savuşturmadı diye İmam’ a kızıyor,  kadının ağzının gözünün çarpılmamasını Allah’ın bir hikmeti sayıyorlardı.  Meleklerin bile sabrı tükenmişti. O geldiğinde hemen başında halkalanıyor, isyancıyı kül etmek için Rablerinden izin istiyorlardı.  Kadın da aynı şeyi bekliyordu.  Yıllarca ettiği duaları kabul etmeyen Allah’ın bunca isyana karşılık onu yok edeceğini umuyordu her gelişinde.  Yok olmadıkça öfkeleniyor, daha ağır şeyler söylüyordu Allah’a.   Oğlu hortlayacakmış. Keşke hortlasa, ah bir hortlasa diyordu. Gel etme, bırak şu günahı diyen komşularına kulak asmadı. Tövbe et diye yalvaran ahretliğini kapıdan kovdu.   Herkesi kendine alındırdı.  Dinsizliği imansızlığı üç köyün diline düştü.

 Böyle böyle aylar geçti. Allah bir türlü kadının cezasını vermiyordu. Ölünün toprağı iyice pekleşti.  Dirilmek için en ufak bir boşluk kalmadı. Artık zemini tekmeleyemezdi.  Hiç bir gün hiç bir zaman; toprak, cezvesinde köpüren kahveler gibi kaynayamaz onu dünyaya taşıramazdı.  Oğlan; daha canını teslim etmeden helvasını karan köylüye nispet silkinemez, uçları bağlanan ayaklarını çözüp, kefenini beline sararak anasına koşamaz, artık gelemezdi. Kadın camiyi taşlıyordu yine de.  Fakat artık daha uzağından geçiyor, mezarlıktan dönerken yerde gözüne çarpan taşları gelişi güzel savurarak unutmadım der gibi parmak sallıyordu ona. İsyandan değil vefadan. Yirmi sekiz, otuz sekiz, kırk sekiz, elli sekiz… Her ay yaşlanmaktaydı.   

Kabristana daha dikkatli bakmakta orada başkalarının oğullarını görmekteydi.  Onların güzel taşları vardı.  Beyaz askerleri. Oğulcağızınınki garip mezarı gibi kalmıştı. Bunu gören kadın oğluna bir taş ısmarladı. Fakat mezarcı çok sofu biriydi ve kadına kızgındı.  Taşın üzerinde ne bir besmele kazıdı ne de görenlerden ruhu için Fatiha istedi.   “Bekir oğlu Hüseyin”  deyip bıraktı. Harflerin yalnızlığı kadını çok gücendirdi.  Taşı balyozla kırdı, parçaları topladığı gibi camiye gitti.  Melekler onu görür görmez dertop oldu.  Hepsi isyancının taşı camiye değer değmez onu helak etmek için Rablerine yalvarıyordu. Kadın mezarcının camiye doğru yürüdüğünü görünce elindekileri fırlatmaya başladı. Sinirlenen mezarcı gövdesinden yere seken taşlardan birini kaptı, iyice gerindi.   Mina’daymış da hacı olacakmış gibi gerindi. Karşısında şeytan varmış gibi. Fakat taş kadını ıskaladı, caminin yeni yaptırılan camına çarptı. Cam şangır şungur yere döküldü.  Allah tam o an meleklerinin duasını kabul etti. Mezarcı mosmor oldu ve devrildi.

 Kadın bir tahtanın üzerine kara bir boyayla oğlunun adını yazdı.  Yamuk yumuk harflerle Fatiha istedi. Bu yazı mezarlığa yolu düşenlerin yüreğine dokundu,  hiç biri Allah’ın garip kulu Hüseyin’e dua etmeden kabristandan çıkamadı.

Demet Soysal, Uzun Kışın Suçlusu, 2016, Şule Yayınları.

EDEBİYAT AİLEM KATEGORİSİNDEN...

meryem-kilic-80671

Meryem Kılıç

aradığım tuz binaların gölgesine dönüştü sırayla tellere takıldı kanatları kuşların, bunun nedeni eskiden de bizimdi onlar şimdi de bizim demirin altından uçtuklarında en çok yakından böyle zamanlarda insanın ayağı birden akşam

DETAY...

selman-nuriler-71565

Selman Nuriler

Bir: Allah. Dedem “Birdir Allah,” derdi kalkarken hep. Koltuktan, sofradan, misafirlikten, fark etmez. Onun hayalî bastonuydu bu söz. Eşyalar uykudan uyanır gibi olurdu bu kelimeleri söyleyince. Perdeler ve örtüler havalanır, kapı kendiliğinden açılırdı. Kadınlar konuşurken duyuyordum, yaşlıların böyle özel güçleri olabiliyormuş. Hızlı hızlı giderdi dedem her yere.  

DETAY...

colak-ressam-46657

Ali Seyyah

nehri tedirgin geçiyordun koşarak gergin ağlarla bana tedirgin örgülü saçların sığmadı ellerime bu eğri avuçlarla seni nasıl tutayım ben çolak bir ressamım, iyi türkü söylerim

DETAY...

bazen-cok-13664

Mehmet Babalıoğlu

Pardösü. Elimi ensesinden soktuğumda sırtı ıslak ve soğuktu. Ateşlenip fenalaşıyor, ardından vücudu buz kesiyordu. Damaklığı çıkarınca buruşan dudaklarını gücü yettiği kadar açtı. Soluklandıkça kesik kesik bir ses geliyordu. "Bir nefes, hığğk, bir nefes, hığğk." Ellerini hırıltılı göğsünün üzerinde gezdirirken sırtını ovuyordum ben de. Hemşire hastanızın elbiselerini çıkartıp sedyeye yatırın, dedi ve gitti. Üzerine örttüğümüz pardösüyü aldım önce. Anneannem en bunaltıcı havalarda bile pardösüsünü almadan dışarı çıkmazdı.

DETAY...

2024. Copyright © Rahşan Tekşen.

Avinga | XML