Rahşan Tekşen

ANA SAYFA  »  KİTAPLIĞIM  »  EDEBİYAT AİLEM   »  Hande Aydın

Hande Aydın

Palas Pandıras
Palas Pandıras

ANNEM SUSTUĞUNDA

Bizler annemi sustuğunda duymaya başladık. Hani nasıl sürekli akan bir çeşmenin sesine alışıp işitmez olursunuz da aniden kesildiğinde fark edersiniz ya işte öyle. Konuşmaktan vazgeçmişti artık. Belki anlattıklarının dinlenmediğini, belki kimsenin kendisine ayıracak vakti olmadığını, belki de söyleyeceği yeni bir şey olmamasından bu yana susuyor. Uzun zamandır çok konuşmasından şikâyet eden bizler şimdi onun ağzından çıkacak tek bir kelimeyi bekliyoruz.

Her konuda söyleyeceği vardı hâlbuki. Uyumadığı zamanlarda bir şeyler anlatıyordu kimi yakalıyorsa. Doksanına merdiven dayamış bir kadının İngiliz premier ligiyle, günlük döviz kuruyla, kablosuz internet sistemindeki bir arızayla veya Kuzey Kore’den atılan füzelerle ne işi olacağı düşünülebilir fakat annemin bütün bunlarla bir şekilde ilgisi vardı.  Televizyondaki bir programda Mısır’dan bahsedilince orada yaşayan fakat bizim hiç tanımadığımız akrabalarımızı, Kore’nin adı geçince subay dayısının harbe gidişini, Üsküdar adı geçince anneannesinin Beylerbeyi’ndeki yalısını,  futboldan bahsedilince amcalarından birinin çok ünlü bir kaleci olduğunu dinlerdik her seferinde.

Sabah uyanır uyanmaz açılmış bir radyo gibi başlardı anlatmaya. Görünmez bir el tarafından sürekli çevrilen düğmesi onu konudan konuya atlatır, önce bir şiirden bölük pörçük birkaç mısra söylemeye çalışır, hatırlayamaz, sonra aklına geliveren bir şarkıya parmağında ters çevirdiği lâl taşlı yüzüğüyle ritim tutar, tekrar şiire döner, yine hatırlayamaz, sıcaktan bunaldığımız bir günde havanın nasıl olduğunu, yağmur yağıp yağmadığını sorar, sonra çocukluğunda yaşadığı bazı şeyleri anlatır, ben hatırlamayınca da asabileşirdi.

Fakat radyoda istasyon ararken cızırtıların arasından nasıl berrak bir müzik sesi gelirse, annem de bu dağınık hatıralarından sıyrıldıkça yüzüne mahzun bir gülümseme yerleşir, “Nereden hatırlayacaksın? Sen daha doğmamıştın bile,” diyerek en küçük kızına böyle karmakarışık bir ruh haliyle yakalandığına üzülürdü.

Onu teselli etmenin hiç de kolay olmadığı bu durumlarda, buruşuk ve damarları çıkmış ellerini tutup gözlerine bakar, artık eskisi kadar parlak olmayan bu kahverengi aynalarda, bir zaman sonra onun yerini alacak olan kendimi görür ve düşünürdüm, acaba ben, bana ve hatıralarıma yabancı, sorumsuz ve bencil bir yığın insan içinde anlattıklarımı dinleyecek ya da sustuğumu fark edecek birilerini bulabilecek miydim?

Bu suskunluk uzadıkça vicdanımın sesini daha çok duyar oldum. Sen, diyordu, sen küstürdün onu. Bir parça dinleseydin, biraz zaman ayırsaydın. Hâlbuki o ne çok dinledi seni.  Küçükken sürekli soru sorarak herkesi bunalttığım halde annemin sabırla hiç terslemeden aynı soruya defalarca cevap verdiğini anlatırlardı. Okul yıllarımdaki aksiliklerimi, şımarıklığımı hatırlıyordum. Bütün huysuzluğuma rağmen beni hep kırılacak bir eşya ihtimamıyla koruyup kollamıştı.

En çok da biz evde yokken konuşur diye endişe ediyor, bakıcısına sıkı sıkı tembih ediyordum. Konuşursa sesini kaydedecek ve hemen bana haber verecekti. Her gün işten eve bu ümitle dönüyordum.

Evdeki herkes benim gibiydi. Küsen muhabbet kuşumuzu tekrar öttürmek için çabalayıp duruyorduk. Planlar yaptık bir süre. En çok neleri anlatmaktan hoşlandığını düşünüp konuşturmayı denedik. Çocuklar, kedisi Minik’i sordular. Ben, safranlı pilavı nasıl yapacağımı. Başını örgüsünden kaldırıp baktı sadece. Bu bakıştaki kırgınlığı, baş sallayıştaki hüznü bir ben anlıyordum. Çocuklar, abarttığımı düşünüp, boş ver anne, dediler, konuşmak istemiyor işte, canı istese konuşurdu. 

Önceden eline almak istemediği örgüsünü şimdi elinden bırakmıyor, hatta ipi tükendiğinde söküp yeniden örmeye başlıyordu. Bunu fark ettiğimde koşup renk renk yumaklar aldım ona. Göz ucuyla şöyle bir bakıp işine devam etti. Bir gün fark ettirmeden onu gözetlemeye başladım. Elinden örgüsünü bıraktı, küçük çantasını açıp içindekileri kucağına döktü. İki tespih, bir tarak, bir törpü, bir yelpaze, bir büyüteç, bir miktar para… Paralarını bu büyüteçle gözüne yaklaştırıp baktı, üzerindeki rakamları okumaya çalıştı. Sonra büyüteci bırakıp babamın fotoğrafını aldı eline. Büyütece ihtiyacı yoktu fotoğraftakini görmek için. Mendiliyle burnunu sildi, bir daha baktı. Dudaklarının kıpırdadığını fark ettim.

Annem uzun süreden beri ilk defa babamla konuşmuştu.

O anda aklıma başka fotoğraflar geldi. Onlarla dilini çözebilirdim belki. İşten çıkınca annemin üç aydır kapalı duran evine gittim. Bir türlü fırsat bulup da boşaltamadığımız bu sessiz ve tozlu evde beni asık suratlı eşyalar karşıladı. Sabahtan akşama kadar duvarlarına insan sesi değmeyen bu odalarda, yerlerine kök salarak sahipleriyle aynı kaderi paylaşan, askılarında modası geçen elbiseler gibi durdukları yerde yıpranmadan eskiyip giden eşyalar. Bu odalara her girişimde ileriye uzattıkları kolları boşlukta asılı kalmış hissi veren koltuklara biraz biraz oturup kalkmak, hepsinin gönlünü almak isterim. Onları çocukluğumdan, gençliğimden tanıyorum. Üzerinde zıpladığım divan, ders çalıştığım masa, püskülünü bebeğime saç yaptığım kadife perdeler, zaman içinde yaşlanmış asık suratlı birer ihtiyar gibi öylece duruyor. Artık beni tanımıyorlar bile. 

Ucu kıvrılan bir örtü kenarının günlerce hatta aylarca değişmeden kaldığı, senelerce hep aynı noktaya bakan eşyalarla dolu bu odada, kapakları her zaman sıkı sıkı kapatılmış dolabın küçük kulpları sağa veya sola dönmüş öylece durur. Yerlerinden kımıldatmaya çalışsam küçük cüsselerine rağmen mukavemetle karşılaşacakmışım hissi verir. Dokunamam.

Fakat annemi aramıza döndürmek için onları bir parça rahatsız etmek zorundaydım. Kulplardan birine yapışıp çektim. Hışırdayarak ağır ağır açıldı. Siyah beyaz, renkli bir yığın fotoğrafın içinden babamınkileri ayırdım ve çantama yerleştirip çıktım.

Eve vardığımda annemi uyuyor buldum. Bakıcısı telaşlıydı. Ümidimi kestiğim için bir süredir sormadığım sorunun cevabını bana telefonunu uzatarak verdi. Bir taraftan da yetersiz Türkçesiyle yavaşça bir şeyler geveledi. Sanırım annem konuşmuş ve o da önceden tembihlediğim gibi sesini kaydetmişti.

Telefonu elime alıp en dipteki odaya koştum. Boğuk, bulanık bir ses geldi önce kulağıma, annemin uzun zamandır duymadığım sesi. Boğazını temizledi bir süre, sonra uzun bir sessizlik. Sabırla bekledim. “Ben, dedi, ister miydim bu kadar yaşamayı.” Küçük öksürükler sonra bir kâğıt hışırtısı. Hecelemeler. Sanırım elinde bir gazete parçası var. “Gözüm de gitti. İki satır okuyamaz oldum.” Yine hışırtılar. “Neler işlemedim ben bu gözlerle.” Hışırtılar, derin bir iç çekiş ve sessizlik. 

Ertesi gün, daha ertesi gün ve diğerlerinde hep kısa kısa, yarım yamalak cümleler dinledim annemden.

“Yaşamaktan utanıyorum,” diyordu, 

“Oturmaktan yoruldum.” Şişlerin birbirine değince çıkardığı sesler. “Şunlar bile işe yarıyor.”

“Lüzumsuz bir eşya.” 

“Söylediklerimin bir kıymeti yok.”

“Kimse dinlemez oldu.”

“Konuşmayınca nefes tükenmiyor.”

Her dinleyişimde içimi acıttı söyledikleri. Meğer ona kendisini ne kadar değersiz hissettirmiştim. Bunu nasıl telafi edebileceğimi düşündüm. Cevap verse de vermese de onunla konuşacaktım. Belki bu şekilde vicdan azabından kurtulabilirdim.

Akşamları vaktimi onun yanında geçirmeye başladım. Bazen elimdeki kitaptan beğeneceğini düşündüğüm kısımları okuyor bazen televizyondan duyduklarımı tekrar edip, ona gün içinde olan biteni anlatıyordum. Örgüsü elinde dinliyordu beni. Okuduğum cümlelerin hoşuna gittiğini, örmeyi bırakıp uzaklarda bir yerlere dalıveren bakışlarından anlıyordum. Bir müddet böyle rahatlatmaya çalıştım kendimi.

Fakat annem susalı beri daha çok uyumaya başlamıştı. Koltuğunda onu sık sık başı yana düşmüş vaziyette uyurken görüyorduk. Uykusu arttıkça iştahı azaldı. Tabağındakilerin üçte ikisini ayırıyor, kalanını suyla yutmaya çalışıyordu. Canının çektiği hiçbir şey kalmamıştı artık.

Bir gün yine ona bir şeyler okurken uyuyakaldığını fark ettim. Gevşeyen elinden örgüsünü dikkatlice alıp üzerini örterken ince yüzüne, sıyrılan başörtüsünden çıkan saçlarına baktım. Önceleri siyahların arasından tek tük yüzünü gösteren beyaz teller şimdi başını tamamen ele geçirmiş; vücudu, tıpkı suyu çekilmiş bir bitki gibi küçülüp buruşarak neredeyse bir bohça kadar kalmıştı. Şimdi o elleri ve yüzü buruşuk, üstünü örtecek, yemeğini yedirecek, ilacını verecek bir anneye muhtaç küçük bir çocuk gibiydi.

Kısa bir zaman sonra bakışları değişmeye başladı annemin. Beni, çocukları tanımıyor gibiydi ve biz buna hiçbir anlam veremiyorduk. Yalnız arada bir yüzüme bakışını yakalıyordum. Kısa, çok kısa bir an eski annem oluveren, bana sevildiğimi hissettiren o derin ve sevgi dolu bakış. Fakat bir an sonra bu bakış, garip ve anlaşılmaz bir şekle dönüşüveriyordu.  

Bir gün uyanık olduğu ender anlardan birinde koltuğundan doğruldu. Odada kim var diye araştırdı. Şaşkın gözlerle baktı yüzüme. Sonra zorlukla ayağa kalkarak yaklaştı. Gözlerini dikti önce. Sonra gülümsedi ve;

Merhaba kızım, dedi, siz de burada mı oturuyorsunuz?

Hande Aydın, Palas Pandıras, Şule Yayınları, 2019.

EDEBİYAT AİLEM KATEGORİSİNDEN...

sehirler-arasi-16658

Hatice Tekin

On yıl kadar önce Hacer üç, bilemedin dört yaşındaydı. Şerife Hanım birkaç gündür dikmeye çalıştığı güçceyi nihayet bitirmişti. Uyku mahmurluğu içinde yatağında mızmızlanan kızına gösterdi. Onu annesinin elinde görünce utandı Hacer. Bir müddet ne yapacağını bilemeden durdu. Sonra yüzünü yastığına gömüp öylece kaldı. Şerife Hanım bu işlerin zorlamaya gelmeyeceğini biliyordu. Bu yüzden güçceyi sandığın üzerine bırakıp dışarı çıktı.

DETAY...

mustafa-durus-851

Mustafa Duruş

rüzgârın parmağını gördüm. hareketsizliğe dokundu. ne olduğunu neden dokunduğunu tuşun kendi parmağını seçtiğini bilmeden defalarca aynı tuşa dokundu.

DETAY...

bazen-cok-13664

Mehmet Babalıoğlu

Pardösü. Elimi ensesinden soktuğumda sırtı ıslak ve soğuktu. Ateşlenip fenalaşıyor, ardından vücudu buz kesiyordu. Damaklığı çıkarınca buruşan dudaklarını gücü yettiği kadar açtı. Soluklandıkça kesik kesik bir ses geliyordu. "Bir nefes, hığğk, bir nefes, hığğk." Ellerini hırıltılı göğsünün üzerinde gezdirirken sırtını ovuyordum ben de. Hemşire hastanızın elbiselerini çıkartıp sedyeye yatırın, dedi ve gitti. Üzerine örttüğümüz pardösüyü aldım önce. Anneannem en bunaltıcı havalarda bile pardösüsünü almadan dışarı çıkmazdı.

DETAY...

sabri-gumus-70679

Sabri Gümüş

Göreve çıkacağımız sabah kahvaltıda çorba vardı fakat burnuma mis gibi demli çay kokusu geliyordu. Kantinimiz yoktu ama nereden alıyordum o kokuyu anlamadım. İçim buruk bir şekilde bahçede toplandık. Arkadaşlarla şakalaşırken üst teğmen geldi. “Asker toplan!” Diye bağırdı. Çantalarımızı ve silahlarımızı sırtlandık, sonra tim düzeninde sıra olduk.

DETAY...

2024. Copyright © Rahşan Tekşen.

Avinga | XML