Rahşan Tekşen

ANA SAYFA  »  RÖPORTAJLAR  »  Bugünün Söyleşileri   »  Prof. Dr. Mustafa S. Kaçalin

Prof. Dr. Mustafa S. Kaçalin

Prof. Dr. Mustafa S. Kaçalin
Prof. Dr. Mustafa S. Kaçalin

Prof. Dr. Mustafa S. Kaçalin
Prof. Dr. Mustafa S. Kaçalin

Karabatak-52
Karabatak-52

Karabatak-52

"MECAZLARIN ÖLÜMÜNÜ YAŞIYORUZ"

Musikiyle dilin ilişkisine baksak bir de… Mesela bir dilin en kuvvetli eserleri şiir olarak kendisini gösteriyor. Şiirde de insanın gözüne, gönlüne ilk çarpan şey ahenk; anlam, toprağın altında yürüyen su gibi kendisini setrediyor. Bu durumda dil ve musiki arasındaki ilişkiyi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bir bilgi hafızada kolay kalsın diye ahenkli kelimelerle, şiirle diziyorlar. Kalem, defter, deri bir şey yok. Siz o bilgiyi hafızanızda şiirle tutuyorsunuz. Şiirin kaynaklığı bu. Şiir bundan mühim. Ondan sonra ilim kayıda geçip, felsefeden matematiğin ayrılması gibi, ilim de düz yazıyla kayıtlara geçtiğinde, bu sefer şiire zekâ oyunları kalıyor. Kıvrak, hissî, bilgiyi en güzel şekilde, en çarpıcı şekilde anlatmak kalıyor. Bir tasarımcının bir afiş yapması gibi. Sayfalarca anlatamayacağınız bir şeyi bir tasarımcı, bir afişte yapıyor. Siz de onu hemen anlıyorsunuz. Şiir de böyle bir şey.

Dolayısıyla sözün hissin ifade edemediği noktadan sonra da musiki, ahenk sizi ifade ediyor. Hiç söz yok, saz eseri dinliyorsunuz. Bir suzinak saz eser dinliyorsunuz, peşrev dinliyorsunuz, hoş oluyorsunuz. Bir sultaniyegâh dinliyorsunuz, hoş oluyorsunuz. Bakınız, revani tatlısıyla kemalpaşa tatlısının tatlarını bana anlatabilir misiniz? İkisi de farklı birer tatlı. Ancak tattırırsınız. Bu revani, bu da kemalpaşa dersiniz. Kemalpaşa tadında dersin. Musiki de böyle… Tabiî ki eskiler musikide ne neye yarar ne nerede kullanılır biliyordu. Bir yaşlanma, yıpranma, bir inkıta oldu biz bilmiyoruz, en azından ben bilmiyorum.

Fârâbî’nin bir eserinde okumuştum. Ben musikiyle ağlatırım, güldürürüm, uyuturum, zinde tutarım demiş. Şimdi ben bir şey çalacağım, bunların hepsini uyutacağım demiş. Çalmış oradakiler uyumuş, o da aralarından geçip gitmiş. Ben bunları bilmiyorum. Hepsinin elle tutulur izahları varmış: şimdi hepsi eskide kalmış.

Bugün psikolojisi bozuk kişiler, korkan veya güvensiz olanlar bir tabibe gidiyor. Tabip sizi dinliyor, dinliyor, dinliyor… Hiçbir şey demiyor. Sen de diyorsun ki, yahu paramızı aldı, hiçbir şey de demedi. Hâlbuki doktor sizi keşfetmeğe çalışıyor. Ani bir korkudan mı etkilendiniz? Ne oldu? Vücudun bir yeri sıfırlandı ve o yer salgı salmıyor. O yer salgıyı salmayan yer neresi. Korkunun kaynağını bulmağa onu anlamağa çalışıyor. Ondan sonra da oraya bir ilaç veriyor. Onu faaliyete geçirtiyor. Diyorsunuz ki, korkularım, tevehhümlerim gitti. İyi oldum. Musiki de bunun gibi. Bir makam, vücudun bir yerini etkiliyor. Biz onu bilmiyoruz. Sözün ahengi (şiir) bitince sesin ahengi (musiki) sesin ahengi bitince rengin, rengin ahengi bitince kokunun ahengi devreye giriyor. Hepsi bir arada da olabilir. İlkyaz gelmiş, güller (çiçekler) açmış, kokular saçılmış, ırmaklar coşmuş taşmış, bülbüller ötüyor, rast bir peşrev dinliyorsunuz. Tadına doyulmaz.

Burada şunu da söyleyelim. Bir kültürde önce musiki ölür. İnsanlar kendi musikisinden zevk almıyorsa, bitmiştir. Yapacak bir şey yok. Ondan sonra mecazlar ölür. Yani sen bir nükte yaparsın, anlamaz, dur ben onu bir düzelteyim, der. Bitti! Yandı gülüm keten helva… Musiki ölür, mecazlar ölür, en son dil ölür. Şimdi Türkçede mecazların ölümünü yaşıyoruz. Mecazlar yok. Musiki zaten yok. Düğünde La Comparsita’yla dans ediliyor. Mesela gelin damat, salona rast peşrevle girmiyor. Harmandalı Zeybeği’nden zevk alınmıyor. Bu şimdi çok köylü kalır, deniyor. Herkes yer, içer, ıkınır, tıkınır, en sonunda Harmandalı türküsünü de söyleyebilirsin. Musiki ölmedi mi? Musiki öldü. Ama bin yıllık tarihimiz var diye hamaset yapıyoruz, o ayrı. Musiki yaşayacak. Türk musikisi yaşayacak. Ya türküyü seveceksin ya şarkıyı seveceksin ya ninniyi seveceksin. Başka yolu yok.

...

Bir konuşmanızda “Yirmi beş yaşındaki bir Alman, Goethe'yi okuyor bir Türk, Şeyh Galib'i okuyamıyorsa; yirmi beş yaşındaki bir Fransız, Jean-Jacques Rousseau'yu okuyor, bir Türk Şeyh Galib'i okuyamıyorsa; yirmi beş yaşındaki bir Rus, Puşkin'i okuyor, bir Türk bir Şeyh Galib'i okuyamıyorsa ‘Türk'ün galibiyeti bir hülyadır.’; ağıtını söylemek düşer.” demişsiniz. Bu ağıtı söylememek için ne yapmak lazım?

Eski atalarımızla boy ölçüşmemek lazım. Onlar büyüktür. Biz onlardan küçüğüz ve sonra geldik. Atalarımıza hürmet etmek lazım. Dilini anlamak lazım. Onlardan koparsak, onlardan uzaklaşırsak iyi olacağız. Onlar geriydi, eskiydi gibi bir ruh hâli var. Ben Şeyh Galib’i okuyamıyorum diye kimse dertlenmiyor. O zaman bir millet değilsin ki. Şeyh Galib yoksa Ahmed Paşa da yok. Ahmed Paşa yoksa Kadı Burhaneddin yok. Kadı Burhaneddin yoksa Yûsuf Hâs Hâcib yok. Bir şey yok ki o zaman. Bunu zevkle okuyacaksın. Bir iş gibi, ama asla nefret ederek değil. Dolayısıyla Türkler Şeyh Galib’i okuyamıyor. Ruslar Rustur ama Türkler ne kadar Türktür, bilmiyorum. Sen Şeyh Galib’i okuyamıyorsun ama öbürü Puşkin’i okuyor. O zaman öbürü Baykonur Uzay Üssü’nden aya gider, sen gidemezsin. Başka çaresi yok. Okuyacağız. Anlayarak ve severek okuyacağız.

(Röportajın tamamı için Karabatak Dergisi, 52. sayıya bakabilirsiniz.)

Bugünün Söyleşileri KATEGORİSİNDEN...

prof-dr-ismail-kara-818

Prof. Dr. İsmail Kara

Cumhuriyet dönemi ve ideolojisi çokları gibi sizin hayatınızı da ciddi anlamda etkiledi. Fakat yazılarınızda ve söylemlerinizde hiçbir zaman mağdur edebiyatı yapmadınız, şikâyet edip durmadınız. Bilakis bunu faydaya, fırsata dönüştürmeye çalıştınız. Bunu nasıl başardınız, bunun bir bedeli oldu mu? Bunu da muhtemelen önce babamdan farkında olarak olmayarak öğrendim. O, şartlardan hiç şikâyet etmez, ne olup bittiğini çok iyi müşahede etmesine rağmen işine yoğunlaşırdı. Kötü durumun sebeplerini iyi gözlemlediği dışarıda değil içerde, içinde arardı. Sorumlu başkası değil kendisiydi. Vazifeyi yapmanın ve ahlâklı olmanın, maneviyatın başkalarını, dış dünyayı değiştireceğine inanırdı. Yine çocuk yaşta Nurettin Topçu hocayı tanıyınca ve giderek eserlerini anlamaya başlayınca ahlâk ve mesuliyet konusunda iç-dış meselesini sanki biraz daha fark ettim diyeceğim.

DETAY...

feriduddin-aydin-25670

Feridüddin Aydın

Türkiye’de 1980’li yıllara döndüğümüzde İslamcı kesimin bir tercüme atağında bulunduğunu görüyoruz. O dönemin tercümelerini ve mezkûr girişimi nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu sorunuza cevap verebilmem için konunun özüne girmeden önce bir açıklama yapmam gerekiyor. Çünkü günümüz Türkiye’sinde korkunç bir din ve düşünce anarşisi yaşanmaktadır. Hemen hiç kimse İslam ile Müslümanlık arasındaki uçurumun farkında değil. Milyonlarca insan, mü’min olmak ile dindar olmak arasındaki farkı da bilmiyor.

DETAY...

udi-necati-celik-88490

Ûdî Necati Çelik

Talebe ne kadar yükselirse hoca o kadar yükselir, demiştiniz. Buradan yola çıkacak olursak hoca-talebe ilişkisini geçmişten bugüne değerlendirmenizi istesek, neler söylersiniz? Bize öyle öğrettiler. Hoca, talebenin başının üzerindedir. Talebe yükselirse, hoca da yükselir. Hocalık çok vebal isteyen bir iş. Benim burada söylediğim bir söz, doğru ya da yanlış, mutlaka yerini buluyor. Yanlış bir söz söylediğin zaman, bir çocuğun yanlış bir şey öğrenmesine sebep oluyorsun.

DETAY...

karabatak-dergisi-projektor-21491

Rahşan Tekşen

İstanbul sizi nasıl ele geçirdi? Tesadüf zannettiğimiz veya “Haydi!” sesine uyup plansızca yaşayıverdiğimiz bir an sebebiyle makas değiştirebiliyoruz. Vardığımız menzil elimizdeki adresi tutmadığında, aslında her şeyin o mezkûr anda değişmeye başladığını anlıyoruz.

DETAY...

2024. Copyright © Rahşan Tekşen.

Avinga | XML