ANA SAYFA » RÖPORTAJLAR » Bugünün Söyleşileri » Prof. Dr. Bilal Kemikli
Röportaj: Güzide Ertürk, Rahşan Tekşen
***
“Ölmeyip İsa gök’e buldu yol/Ümmetinden olmak için idi ol” Süleyman Çelebi’nin Vesîletu’n-Necât’a bu beyitlerle başladığına değiniyorsunuz. İslam bize, yüzünü görmediğimiz bir Peygamberi sevmenin binlerce yolunu öğretti. Vesîletu’n-Necât, bu sevginin somutlaştırılmış nadide bir örneği olarak sünnet-i seniyyeyi bize nasıl anlatıyor?
Evet, sevgi kulaktan başlar derler, bu doğrudur. Bize sevdiğimizi aşkla, muhabbetle anlatanlar, onu daha çok sevmemize vesile oldular. Bu bakımdan Vesîletü’n-Necât’ın toplumumuzda inşa ettiği sevgi, başlı başına bir konudur.
Doğrudur; bendeniz “Süleyman Dede’nin yazdığı ilk beyit budur.” diyorum. Bu benim yaklaşımım. Bendeniz, mevlidin yazılmasına sebep olan Ulu Cami’deki tartışmadan mülhem bunu söylüyorum. En efdal, en ekmel olan hâtemü’l-enbiyâ Hz. Peygamber’dir mesajını veren bir beyittir bu. Bu beytin evvelinde de diğer ulu’l-azm peygamberler var; şeriat vaz’ eden, kendilerine kitap verilen peygamberler... O beytin hemen arkasından şu beyti söyler: “Gerçi bunlar dahi mürsel durur/Lîk Ahmed ekmel ü efdâl durur.” Hepsi mürsel, iman esası itibariyle buna böyle inanırız. Nitekim Kur’an-ı hakîm de bu şekilde iman etmeyi telkin eder. Peygamberlerin hak olduğuna inanırız, ama “Onların bazıları bazıları bazılarından üstündür.” emri cihetiyle Efendimiz, ekmeldir, efdâldir. Buna kat’i olarak iman ederiz.
Sevmek, böyle bir şey olsa gerek. Ben sevdiğimi, diğerlerine göre en çok sevmeliyim, daha çok sevmeliyim. Daha çok severek imanın ziyadeleşeceği fikri, gönlü şenlendirecek, huzur ve güven vesilesi olacaktır. Vesîletü’n-Necât, bir şemâil yahut hadis kitabı olmadığı gibi siyer de değildir. Ama orada şemailden de rivayetlerden de ve siyerden de izler vardır. Bu itibarla bize doğrudan bir sünnet anlatışı yok. Lakin sünneti anlama ve anlamlandırma yolunu tebşir ediyor. Nedir bu yol? Sevgi yolu. Elbette siyer âlimleri Hz. Peygamber’den gelen haberleri kritik ederecek ve ilmî bir bakışla eserler telif edeceklerdir. Keza hadis âlimleri elbette sahih olanı öne çıkartmak için zayıfı tarif ve tavsif edecek, bir tasnif yapacaktır. Bunlar birer ilmî bakış ve yoldur. Lakin şairin böyle bir sorumluluğu yoktur. O, gönül aynasında tecellî edeni, kalp gözüyle gördüğünü, idrak ettiğini bize anlatacak. Bu bakımdan şüpheleri izale ederek sevgi nazarıyla inancı takviye eden bir dil kullanacaktır.
(Röportajın tamamı için Karabatak Dergisi, 60. sayıya bakabilirsiniz.)
Size göre yazmak nedir? Bir ifade biçimi, bir ihtiyaç, bir kaçış… Yazmak, sıraladığınız -ve ucunu açık bıraktığınız- maddelerin her biri için ayrı ayrı geçerli olabileceği gibi, hepsini (çünkü bunlar birbiriyle çelişen hususlar değildir) aynı anda kapsayan bir eylem de olabilir. Ancak tek kelimeyle söylemek gerekirse, diyebiliriz ki yazmak, bir varoluş biçimidir.
Dünya sineması arasında, İran sinemasının çok güçlü bir yeri var şüphesiz. İran, bu gücü neye borçlu? İran sineması, devrimden sonra üzerine entellektüelce günlerce kafa yorduğu biçim ve içerik tartışmalarından sonra, 1980’lerin ilk yarısından itibaren kendi dilini kurarak kimlik sorununda önemli bir mesafe kaydetmiştir.
Bir kültürde önce musiki ölür. İnsanlar kendi musikisinden zevk almıyorsa, bitmiştir. Yapacak bir şey yok. Ondan sonra mecazlar ölür. Yani sen bir nükte yaparsın, anlamaz, dur ben onu bir düzelteyim, der. Bitti! Yandı gülüm keten helva… Musiki ölür, mecazlar ölür, en son dil ölür. Şimdi Türkçede mecazların ölümünü yaşıyoruz. Mecazlar yok. Musiki zaten yok. Düğünde La Comparsita’yla dans ediliyor. Mesela gelin damat, salona rast peşrevle girmiyor. Harmandalı Zeybeği’nden zevk alınmıyor. Bu şimdi çok köylü kalır, deniyor. Herkes yer, içer, ıkınır, tıkınır, en sonunda Harmandalı türküsünü de söyleyebilirsin. Musiki ölmedi mi? Musiki öldü. Ama bin yıllık tarihimiz var diye hamaset yapıyoruz, o ayrı. Musiki yaşayacak. Türk musikisi yaşayacak. Ya türküyü seveceksin ya şarkıyı seveceksin ya ninniyi seveceksin. Başka yolu yok.
Türkiye’de 1980’li yıllara döndüğümüzde İslamcı kesimin bir tercüme atağında bulunduğunu görüyoruz. O dönemin tercümelerini ve mezkûr girişimi nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu sorunuza cevap verebilmem için konunun özüne girmeden önce bir açıklama yapmam gerekiyor. Çünkü günümüz Türkiye’sinde korkunç bir din ve düşünce anarşisi yaşanmaktadır. Hemen hiç kimse İslam ile Müslümanlık arasındaki uçurumun farkında değil. Milyonlarca insan, mü’min olmak ile dindar olmak arasındaki farkı da bilmiyor.