ANA SAYFA » KİTAPLIĞIM » EDEBİYAT AİLEM » Mehmet Babalıoğlu
ELBİSELER
Pardösü. Elimi ensesinden soktuğumda sırtı ıslak ve soğuktu. Ateşlenip fenalaşıyor, ardından vücudu buz kesiyordu. Damaklığı çıkarınca buruşan dudaklarını gücü yettiği kadar açtı. Soluklandıkça kesik kesik bir ses geliyordu. "Bir nefes, hığğk, bir nefes, hığğk." Ellerini hırıltılı göğsünün üzerinde gezdirirken sırtını ovuyordum ben de. Hemşire hastanızın elbiselerini çıkartıp sedyeye yatırın, dedi ve gitti. Üzerine örttüğümüz pardösüyü aldım önce. Anneannem en bunaltıcı havalarda bile pardösüsünü almadan dışarı çıkmazdı.
Yelek. Çocuklarını bir arada gördüğünde, belki bir daha toplanamayacağımızı düşünerek heyecanlandı. Sofrada, anne iyice iştahtan düşmüşsün, yoksa sana iyi bakmıyorlar mı, sorularını engellemek için biraz fazla yiyince kalbi sıkışmaya başlamıştı. Çocuklar ben biraz uzanayım. Ne oldu neyin var? Mideme taş oturdu sanki. Elleri titriyor. Ayakları buz gibi. Vücudu da titriyor. Üşüyor mu? A, ah, soruyor bir de, üşüyor ki titriyor. "Midem taş, bir nefes!" Uzansın şöyle. Dur, dur yatmadan şunu bir giysin, derken yeleği giydirdiler. Kimse ne yapması gerektiğini bilmiyordu. Bir yatağa uzanmış kafalar. Çekilin bir tansiyonuna bakayım, dedim. Ölçtüm. Kaç? On bire sekiz. İyiymiş. İyi. Şekerine de bakalım. O da güzel. Ayaklarını kaldıralım biraz. Yok bence oturtalım, dik dursun, hem sırtını ovarız. Bence yatsın. "Bir nefes, hığğ, bir nefes!" Ayakları buz gibi. "Ay! Bir nefes." Bana bakıyordu. Anneannem sadece bana bakıyordu. Çıkart herkesi odadan diyordu içinden, biliyorum. Konuşacak hali yok. Ben söylemeliydim. Çok kararlı çıkmalıydı sesim. Net. Tamam, hadi, herkes dışarı. Ama dışarı ben çıktım. Belki başkaları da peşimden gelir ve hava alırdın biraz. Seninle yalnız kalamazdım. Yalnız kaldığımızda seni öldürmekten korkuyordum. Tek başımayken işler yolunda gitmezse bana dik oturtsaydın diyeceklerdi, sırtını ovaladın mı? Tuzlu ayran verseydin. Yok sarımsak. Dil altı. Ölmeyecekti, ölmezdi. Sen öldürdün onu, sen, sen. Halbuki hepsi ölmeni istiyordu.
Penye elbise. Hadi hastaneye gidelim, dedim. Sessizlik. Meğer hepsinin aklına gelmiş. Anneannem uzun zamandır ilk defa hastaneye arabayla gitmeye itiraz etmedi. Son zamanlarda ha öldü ha ölecek diye sıkıntılı bir hale sokmuştu hepimizi ama öldüğü de yoktu. Acilen hastaneye gitmemiz gerektiğinde evden gelinlikle çıkmak isteyen kızlar gibi, ambulans çağrılıp kapıdan sedyeyle çıkmak istiyordu. Zaten aylardır dışarı başka şekilde çıkmamıştı. Halini soranlara da bu sebeple, görmüyor musun hep hastanelerdeyiz, diyor, hastalığını gittiği acil sayısıyla ifade ediyordu. O gece ambulans diye hiç ısrar etmedi.
Sırt havlusu. Arabaya binmeden baktık ki terlemiş, sırtına bir havlu koyduk. Pardösüyü omuzlarına istedi ve yola çıktık. Bazen böyle durumlarda apartmandan anneannemin tanımadığı birini bulup bak doktor getirdim uğraşmaya gerek kalmadı, diyesim geliyor. Tembihli doktorumuz, hastanızın bir şeyi yok çok şükür, ama dikkat etmeniz lazım, iyi bakılması lazım, hem siz bu hastalık ne illettir bilmezsiniz, anlamazsınız hastanın halinden, iyi bakılması, anlayışlı davranılması lazım, bilmezsiniz, anlamazsınız, diyerek anneannemi sakinleştirse diyorum.
Yün içlik. Doktor gelip baktı ki anneannem tam soyunmamış, ne oyalanıyorsunuz, hastanız önemli değil galiba, hadi hemşire hanım siz de yardım edin, ben geliyorum, diyerek uzaklaştı. Yan sedyedeki çocuk öksürdüğü zaman ciğerlerinde bir yerler çıtırdıyordu. Doktor, bu kadar neyi beklediniz, dediğinde hasta yakınları kendi suçlarından dolayı doktora kızmışlardı. Sonra doktor bize kızdı. Annem de döndü acele et biraz, diyerek bana kızdı.
Atlet. İçi gözükecek kadar ıslanıp vücuda yapışmıştı. Önce sırtına kadar sıyırdık, sonra anneannemin sağ elini tutup havaya kaldırdım ve atletinin kolunu çekip çıkardım. Hemşire de sol kolunu kaldırarak çıkarttı ve iyice daralan atleti burup boynundan çektik. Atletin çıkmasıyla birkaç haftadır yıkanmayan vücut hava aldı ve ter ekşi ekşi koktu.
Hemşire kenara koyduğumuz sırt havlusuyla anneannemin vücudunu sildi, göğsüne bazı kablolar yapıştırdı. Bir damar yolu açıp önlüğünün cebindeki tüpleri doldurdu. Anneannem sakinleşmiş, nefes almaya başlamıştı. Kızım elin pek hafifmiş, dedi. Oh, dedim anneannem kendine geldi, şimdi sıra hemşireyi torununa uydurmakta. Aklından geçenleri tahmin ediyordum. Hemşire kız pek güzel, hem çalışkan, hem anlayışlı, hamarat kız belli, bizim oğlanla bir tanışsalar.
Peki diyeceksiniz, anlattığın bu gecenin diğerlerinden farkı yoksa ve sizin için acile gitmeler sıradan olmuşsa, neden bütün bunları anlattın? Sonra bir gün, yine aynısı olacak, komşuyu doktor diye yuttursaydım uğraşmazdık diye düşünürken hemşire atleti bırakıp uzaklaşmanızı istiyor ve yardıma gelen arkadaşları atleti kesiyorlar. Görmemeniz için aceleyle perdeyi çekiyorlar. İçeri bir doktor giriyor, yetmeyince bir tane daha. Sonra içerideki hırıltılı nefes duruyor. Bilgisayardaki ses duruyor. Hareketlilik duruyor. Önce doktorlar çıkıyor perdenin ardından. Sonra diğerleri. O pek narin hemşire size olan biteni anlatıp kollarınıza bir poşet bırakıyor ve şöyle bir omzunuza dokunmadan gidiyor. Bir poşet. İçinde elbiseler.
Mehmet Babalıoğlu, Bazen Çok, Şule Yayınları, 2011.
İçinde ne olduğunu hep merak ettim. Boyum kulpuna yetişmezdi. Sadece kapağındaki aynada kendimi seyredebilirdim. Eteklerimi iki yana açıp selâm verir, kulaklarımı çekiştirir, dişlerimi inceler, nanik yapar, kimse görmeden üst raftaki teneke kutuya nasıl ulaşabileceğimi düşünürdüm. Babaannemin odasında gardrobun hemen yanında alnı tavana değen antika dolabın varaklı tuğrası göze benziyordu. Başımın üstünden beni dikizleyen bu korkunç bakıştan ödüm patlasa da aynanın karşısından ayrılamazdım.
aradığım tuz binaların gölgesine dönüştü sırayla tellere takıldı kanatları kuşların, bunun nedeni eskiden de bizimdi onlar şimdi de bizim demirin altından uçtuklarında en çok yakından böyle zamanlarda insanın ayağı birden akşam
Yedi Tepeli Babil'de, İsa'nın doğumundan beş yüz otuz iki yıl sonra, bir zemherir öğleden sonrasıydı. Sokakta oynayan çocukların, pencere önünde nakış işleyen kızların, tacını henüz takmış imparatorların gözünden yaş geliyordu. Fakat bunların ne mutluluk ne de kederle ilgisi vardı. Yüzüstü yatarak aşağıda olan biteni kayıtsızca seyrediyormuş gibi salınan bulutların, herkese fazla gelen tuhaf ışığıyla ilgiliydi bu.
Çorbasından bir kaşık almıştı ki başının üzerinde bir gölge belirdi. Karasinek? Eşekarısı? Serçe? Neydi bu? Karartı tavan ve zemin arasında ani manevralar yapıyordu. Çığlıklar atarak evden çıktı. Nefes nefese kalmıştı. “Bu da ne böyle?” diye sordu kendine. Cevap çok geçmeden titreyen vücudunun her bir uzvundan beynine doğru hücum etti. Yarasa! Bu kelimeyi hayatında ilk kez kullanıyor gibiydi oysa yarasayla ilgili bir sürü belgesel izleyip mağaradaki hayatları hakkında birçok şey öğrenmişti ama şimdi bu bilgiler faydasızdı. Nitekim yarasa mağarada değil, salondaki kristal avizenin altında uçuyordu.