Rahşan Tekşen

ANA SAYFA  »  KİTAPLIĞIM  »  EDEBİYAT AİLEM   »  Meliha Öz

Meliha Öz

Nekro Porta
Nekro Porta

ÖLÜLER KAPISI

bırakılmış bir kadının gıcır gıcır pabuçları

            Yedi Tepeli Babil'de, İsa'nın doğumundan beş yüz otuz iki yıl sonra, bir zemherir öğleden sonrasıydı. Sokakta oynayan çocukların, pencere önünde nakış işleyen kızların, tacını henüz takmış imparatorların gözünden yaş geliyordu. Fakat bunların ne mutluluk ne de kederle ilgisi vardı. Yüzüstü yatarak aşağıda olan biteni kayıtsızca seyrediyormuş gibi salınan bulutların, herkese fazla gelen tuhaf ışığıyla ilgiliydi bu.

            Şehrin tavanına yapışmış balonları andıran bu memeli bulutlar, az sonra süt yağdıracakmış gibi dolgun, pamuk gibi yumuşak ve uzanan herkesin bir tutam koparılabileceği kadar yakındı. Kış güneşinin gayretli huzmeleri, bulutların inceldiği yerleri kavuniçi ve narçiçeği rengine boyayarak gökyüzünü iri iri balonlarla, pamuk şekerleriyle donatmış, tavandaki bu renk cümbüşü birdenbire suya, toprağa, insanlara sirayet etmişti. O muhteşem göğün altında duranlar, bir mucizeye tanık olduklarını düşünüyor, görmüş geçirmiş ihtiyarlar bile, "Görülmüş şey değil!" diyorlardı hayretle. "Böyle bir gök, bu bulutlar daha önce nerelerdeymiş!"

            Ne var ki şehrin üç tarafını çevreleyen sular bir anda çalkalanmaya başlayınca bu coşku hızla sönüvermişti. Görünmeyen bir el, âdeta denizin sularını güneyden kuzeye süpürüp hepsini Boğaz'da biriktiriyordu. Kabına sığmayan sular, kıyıdaki sandalları, dehşete kapılan balıkçıları, şarap testisine yaslanarak uyuyakalan ayyaşları kaldırıp kaldırıp yere çarpıyordu. Şeytan Burnu'nda fokurdayan akıntı ve girdaplardan yağlanarak çıkmayı başaran balıklar bile, suyun öfkesine teslim olmuş, kâh karaya vuruyor kâh havaya zıplıyor, öte yandan güneş tenlerine değdikçe ayna gibi parlayan balıklar sayesinde yaşananlar ışıltılı bir felakete dönüşüyordu.

            Birdenbire deliren dalgalar, kıyıda bulduğu her şeyi kucaklayıp kucaklayıp denize sürüklemekten yorulunca duruldular neyse ki. Fakat henüz hiç kimse bir oh bile diyemeden çarşafa dönen denizin üstünde çıban gibi bir çıkıntı baş verdi. Uzayıp genişleyerek endamlı bir şeye dönüşen bu çıkıntı, kısacık bir zamanda Yedi Tepeli Babil'i surlarıyla birlikte kucaklayacak kadar büyüdü. Nutku tutulan Scutari ve Kalkedon sakinleri, denizin içindeki acayip yaratığı henüz fark etmeyenlere, kekeme bir dille gördüklerini anlatmaya çalışıyor, daha olmadı enselerinden sürükleyip denizi gösteriyorlardı. Bu yedi kollu ucube, bir de topaç gibi dönerek suyun üstünde gezinmeye başlayınca yüksekçe bir yere çıkıp seyre bakanlar ağlayacakları yerde karınlarını hoplatarak kahkaha attılar.

            Çok geçmeden sur içinde yaşayanlar da bir tuhaflık olduğunu fark etmişti. İnsanlar, endişeyle kapılara yüklenip kıyıya koşuyorlar, barbarları görmeyi beklerken hortum gibi kıvrılarak dolanan o acayip şeyle karşılaşıyorlardı. Olanlara akıl sır erdiremeyen nice aklı başında adam mecnuna dönmüş, emzikli kadınların sütleri kesilmişti. Anneler, görmesin diye çocuklarının yüzlerini kasıklarına bastırıyor, gençler üzerlerine kızgın yağ serpiliyormuş gibi ortalığı velveleye vererek koşuşturuyorlardı.

            Sonra o acayip şey, kuşların, insanların ve yunusların gözünün önünde yedi kolunu birden göğe kaldırıp o güzelim bulutları tek tek koparmaya başladı. Kopardığını suya atıyor, onlar da suya değer değmez kar gibi eriyip denizi yavruağzı renge boyuyorlardı. O sırada, canavarın kollarından bir tanesi uzun mu uzun bir barbar kılıcına benzedi ve bulutları biçmeye başladı. Gökyüzünü birdenbire bulutsuz bıraktığı yetmezmiş gibi yedi avucuyla birden su serperek güneşi de "Coss!" diye söndürüverdi uğursuz.

            Bir anda karanlıkta kalan insanların bağırışlarına, hırsla kabaran gökyüzünün homurtusu eklenmiş, peşinden yıldırımlar çakmaya başlamıştı. Denizin üstünde art arda patlayan şimşekler, çakırdikenleriyle gökyüzünü boydan boya çatlatıyor, uçsuz bucaksız karanlıkta yaldızlı oyuklar açıyorlardı.

            Sur içine düşen yıldırımların başlattığı yangın bile denizin üstünde çakan şimşekler kadar korkunç değildi. İşte o zaman, kıyılara yığılan halk, İmparator Konstantin'in kovduğu tanrılarını hatırlayıp, "Tanrılar Kralı Zeus'u böylesine kızdıracak ne yaptık acaba, neden yıldırımlarını salıyor üstümüze?" diye düşündüler. Düşünürken de irili ufaklı bütün eski tanrılarına dua edip yardım istediler. Gelgelelim, hiçbirinin gönlünü almaları mümkün olmadı. O kapkara gök, büyük bir gürültüyle yere indi. Yumruk iriliğindeki doluların takırtısı, gök gürültüsü ve yağmurun çıkardığı uğultu öyle ürkütücüydü ki atlar sahiplerini sırtından atmış, terli vücutlarından buharlar savurarak koşuyor, martılar avaz avaz çığlık atıyordu. Bu durum biraz daha sürecek olsa tıpkı atlar gibi insanlar da aklını kaçırabilirdi.

            Yedi Tepeli Babil'i şaldır şuldur yıkayan bu öfkeli yağmur, başladığı hızla şıp diye kesildi ve yangın yerlerinin külünü de sıyırarak kapkara derecikler hâlinde denize doğru akmaya başladı. Yanmış tahta parçaları, kolu bacağı kopmuş bez bebekler, oyuncak arabalar, iskemleler, dokuma tezgâhları, amuletler, hasır sepetler, bakır çömlekler...Her şey ama her şey denize akıyordu.

            O sırada pencereden dışarıyı izleyen kraliçe ise çatılmış kaşları ve kanlı gözleriyle upuzun bir göle bakıyordu. Kapıları sımsıkı kapalı olan hipodrom ağzına kadar suyla dolmuş, uzun bir göle dönüşmüştü çünkü. Bu gölde eyer örtüleri, saman çöpleri, ölmüş adamlar ve şişmiş atlar yüzüyordu. Kraliçenin gözleri, onların arasında yüzen kırmızı bir mendille, üzerine yeryüzünün en hüzünlü kuşunun nakşedildiği pelerine takılıp kalmıştı.

            Sonra işte güneş kendine gelip Kutsal Havariler Kilisesi üstünde parlamaya başladı tekrar. Denizin üstünde topaç gibi dönerken gözden kaybolan o şey tekrar göründü; Kalkedon açıklarında durup uzun uzun şehri seyrettikten sonra devasa cüssesiyle eğilip bütün suları "Hüp!" diye içiverdi.

            Patlak gözlü kurbağalar, zümrüt yeşili yosunlar, sarnıçlarda yarasalar, "Kim içmiş bu suları! Kim içmiş bu suları!" diye dövünüp ağladılar.

            Artemis Sunağı'nın midyeyle kaplanmış mermer sütunları, Dareios'un Boğaz'a kurduğu köprünün omurgaları, Kelt savaşçıların altın gerdanlıkları, Attila'nın hayat ağacından oyulmuşçanakları, pagan rahiplerin büyü taşları, gecenin en ıssız yerlerinde can almış hançerler, hedefe varmayan oklar, fil dişleri, balıkçıların ellerinden fırlayıveren öte beriler, kıyıdaki meyhanelerin kap kacağı, Boğaz'dan geçen gemilerin çeri çöpü, nihayet yüklerinden kurtulan bir adamın sol parmağından çıkarıp fırlattığı yüzük, bırakılmış bir kadının gıcır gıcır pabuçları...Kentin bütün yitikleri oradaydı.

            Denizin göğsünde bir damla su kalmamış, Boğaz'ın dudakları susuzluktan çatlamıştı. Yeryüzünün bu en büyüleyici yeri, bir hançer darbesiyle boydan boya kesilerek güzelliği eksiltilmiş, suratına kapanmaz bir yarık açılmıştı. Kentin bütün yitikleri işte o yarıkta birikti.

            Dünyanın gamzesi iken suyu çekilmiş tekinsiz bir vadiye dönüşen canım Boğaz'ın içindeki o acayip şey, kocaman karnıyla ağır ağır doğruldu; kendini kahırla yere çarpan balıkları, benzi solmuş yosunları ve şehrin yitiklerini çiğneyerek birkaç adım attı. Hipodromu ahtapot gibi kuşatarak yedi koluyla birden kapılarının hepsini açtı.

            Yeryüzü ülkesinin imparatorluk diademi Yedi Tepeli Babil'e, oluk oluk su aktı. Oluk oluk kan. Oluk oluk insan ölüsü. Bir damlası denize ulaşmadı; Megala Ekklesia ağzına kadar kan ve insan ölüsüyle doldu. Bir kere göreni kendisine âşık eden bu canım şehir, Saba Melikesi Belkıs'a benzerdi oysa, şehri çepeçevre saran surlar da Belkıs'ın o güzel başını saran taç idi.

 Meliha Öz, Nekro Porta, Şule Yayınları, 2019.

EDEBİYAT AİLEM KATEGORİSİNDEN...

betul-baris-854

Betül Barış

  Çorbasından bir kaşık almıştı ki başının üzerinde bir gölge belirdi. Karasinek? Eşekarısı? Serçe? Neydi bu? Karartı tavan ve zemin arasında ani manevralar yapıyordu.   Çığlıklar atarak evden çıktı. Nefes nefese kalmıştı. “Bu da ne böyle?” diye sordu kendine. Cevap çok geçmeden titreyen vücudunun her bir uzvundan beynine doğru hücum etti. Yarasa!             Bu kelimeyi hayatında ilk kez kullanıyor gibiydi oysa yarasayla ilgili bir sürü belgesel izleyip mağaradaki hayatları hakkında birçok şey öğrenmişti ama şimdi bu bilgiler faydasızdı. Nitekim yarasa mağarada değil, salondaki kristal avizenin altında uçuyordu. 

DETAY...

alem-i-misal-rehberi-19656

Burcu Güven

Güneşin yakıcılığını bütün zerrelerinde  hissederek gözlerini zar zor açtı sonra tekrar yumdu. Bunaltıcı sıcak nefes almasını zorlaştırıyordu. Gücünü toplayarak kalkmaya çalıştı. Heybesi beş on adım ötesindeydi. Ama ne Eyyam ne de Mestur oradaydı. Telaşla seslendi fakat  kendi sesinden başka bir şey duymadı. Hangi yöne gittiğini bilmeden yürümeye koyuldu. Şansının  yaver gittiğini söyleyebiliriz çünkü takriben yarım saat sonra mola vermiş bir kervanla karşılaştı.

DETAY...

mustafa-durus-851

Mustafa Duruş

rüzgârın parmağını gördüm. hareketsizliğe dokundu. ne olduğunu neden dokunduğunu tuşun kendi parmağını seçtiğini bilmeden defalarca aynı tuşa dokundu.

DETAY...

deli-sesler-16654

Berrin Erdoğan

Palyaçonun sallandığı direğin darağacından tek farkı, ucunda sallanan adamın koltuk altından asılmasıydı. Neden herkesin kahkahalarla izlediği bir şeyi bu kadar korkunç buluyorum? Metrelerce yukarıdaki ipin ucunda debelenen bir adam nasıl komik olur, tek ben mi benzetiyorum can çekişen birine? Herkes nasıl da mutlu. Bir başka palyaço seyircilerin arasından gösteriye dahil olacak kişileri seçiyor. Ellerine birer top verdiği oyunun parçası olmayı başaran izleyiciler, hırsla palyaçoyu vurmaya çalışıyor.

DETAY...

2024. Copyright © Rahşan Tekşen.

Avinga | XML