Rahşan Tekşen

ANA SAYFA  »  KİTAPLIĞIM  »  EDEBİYAT AİLEM   »  Sabri Gümüş

Sabri Gümüş

Sabri Gümüş
Sabri Gümüş

KRİZ

 

Göreve çıkacağımız sabah kahvaltıda çorba vardı fakat burnuma mis gibi demli çay kokusu geliyordu. Kantinimiz yoktu ama nereden alıyordum o kokuyu anlamadım. İçim buruk bir şekilde bahçede toplandık. Arkadaşlarla şakalaşırken üst teğmen geldi.

“Asker toplan!” Diye bağırdı.

Çantalarımızı ve silahlarımızı sırtlandık, sonra tim düzeninde sıra olduk.

“Sizi boş bırakmaya gelmiyor, dalga geçmeye yer arıyorsunuz. Sizi ancak böyle görevler zapt ediyor.  Şahabettin, MG3’ün bakımını yaptın mı oğlum.”

“Yaptım komutanım!”

Aralıklı nizamiye kapısından ayrıldık. Üç saatten fazla yürüdük. İlk görev yerimiz Çatal Geçit’ti. Varınca etrafı kolaçan ettik, sonra mevzi hazırlayıp pusu kurduk. Kaçakçıların geçebileceği bir yerdi burası. Gecenin kesif karanlığında, uygun adım gibi, ‘Rap Rap Rap’ eden kalp atışımı duyuyordum. Sessizlik ürkütüyordu. Silahımın başına geçtim. Yabancı sesler duyunca, kulak kabarttım. Sesler kesilmiyordu. Vakit kaybetmeden komutana bildirdim. Mevziiye geldi ortalığı yoklamak için ateş etmemi istedi. Bunu fırsat bilen arkadaşlar da silahlarına sarıldılar. Sabah olunca, ateş eden arkadaşlara fırça kaydı komutan. Sonra arama tarama yaptığımızda gördüm ki, öncü olarak gönderilen katır paramparça olmuştu. Ama buna rağmen, canım çay içmek istiyordu.

    “Sabır,” diyordum.

 Öğlene doğru tekrar yola koyulduk. Sinekli Tepesi’ne gelince ikindi oldu. Nöbetleşe uyuduk. Arada çay fokurtusu duyuyordum ama demlikten gelmediğini biliyordum. Bu bana aklımın bir oyunuydu. İkinci gece vukuatsız geçti. Son görev yerimiz olan Üçgen Mağara’ya geldik. O gece, yakınımızdan bir korucu timi geçti. Aralarından bazılarını tanıyordum; bakkal, muhtarın oğlu, bize ekmek yapan evin damadı vardı içlerinde. Durdurup çay almak istedim ama yapamazdım. Bizi eşkıya sanıp ateş edebilirlerdi.

Tek sorunum görevde iken çay içememekti. Bir iki gün idare ediyorum zar zor ama ya sonrası! Düşünmek bile istemiyorum.  Hiç değilse, soğuk suda demlenen çay icat olsaydı ne iyi olurdu. Termosum yoktu, olsa bile taşıyamazdım. Zaten silahım tek başına on dört buçuk kiloydu. Bir o kadar da sırt çantam.

Sabah dönüş için hazırlanırken, ikinci bir emre kadar görevde kalacağımızı bildiren bir haber geldi. Bu ilk defa başıma geliyordu. Korktuğum olmuştu. Sivil hayatta başıma defalarca gelmişti ve tedirgin olmaya başladım. Ellerim hafiften titriyordu; krizin ilk belirtileriydi bunlar. Ağaçlardan çay kokuları geliyordu. Arazideki kayaları demlik gibi görmeye başlamıştım. Nasıl anlatacaktım halimi. Çekinerek komutanın yanına gittim

“Komutanım yakınlarda köy var mıdır? Bir bardak çay bulamaz mıyız? Benim halim harap! Dayanamıyorum!”

“Dayan biraz. Söz, sana ilk köyde çay ziyafeti çekeceğim.”

          Komutan beni tanıdığından çaysız yapamayacağımı biliyordu. Az demlik boşaltmadık beraber. Verilen koordinat doğrultusunda, intikale başladık. Akşama kadar yürüdük ama ne bir köy ne de bir mezra gördük. Helikopter bize erzak indirip gitti. Çay yoktu, kızıp küfrettim. Bilmiyorlar mıydı benim krize gireceğimi?

          Akşam, İkiz Kavak denen yere gelip pusuya yattık ama ne gelen vardı ne giden. Güç bela sabah oldu. Toparlanıp yola çıkarken başım döndü. Kendimi o an, ağaçların gölgelendirdiği bir çay bahçesinde buldum. Bakır kaplı semaverler fokurduyordu ve miski amber gibi kokular yayılıyordu etrafa. Cennetteydim. Buram buram tüten demli çay ırmağı akıyordu altımızdan. Huriler, çay kadehlerini doldurmuş, bana ikram etmek için sırada bekliyorlardı. Birden acıyla gözümü açtım, komutanım başucumda. Silahım, arkadaşımın elinde, çantam bir başkasında. Yüzüm şiddetle yanıyordu.

“Asker ne oldu sana?”

“Komutanım neredeyiz? “ 

“Görevdeyiz.”

“Semaverleri gördünüz mü komutanım?”

“Ne semaveri lan!”

          Koluma giren iki arkadaşımın arasında yalpalayarak yürümeye çalışıyordum. İçimden, ‘Bir Allah’ın kulu geçmez mi?’ Diye düşünürken bir şey oldu. Ah bu bir mucizeydi. Keşke kahvehane düşünseydim. Yolda bir çobanla karşılaştık, onda mutlaka çay olmalıydı. Kurtarıcım! Yanına varınca:

“Çoban çayın var mı, diye sordu komutan.”

Ben soracaktım ama önce davrandı üst teğmen. Sahip olduğu şeyin değerinden habersiz, kaygısız bir tavırla bir beze düğümlenmiş kaçak çayı uzatırken bir yandan da beni baştan aşağı süzüyordu.

“Buyur asker ağa!”  Dedi.

“ Asker ağa değil, komutan diyeceksin komutan. Çıkıyı bana uzatıp, Laz uşağı al şu çayı, belki demleriz,” dedi.

          Sormayın nasıl koktuğunu. Daha içmeden yetmişti beni kendime getirmeye. Komutanım kral adamdı doğrusu ama abartıp ‘Çoban demliğini kullanabilir miyiz?’ Diye soramazdım. Nasıl demleyeceğimi düşünürken bir yandan da çayı koklayıp duruyordum. Timdeki arkadaşlar dalga geçiyordu sevincimle. Beni taklit ediyorlardı. Aldırmıyordum onlara. Sonra, bir çalılık dibinde beş kiloluk bir salça tenekesi buldum, battaniyeme sarıp sırt çantasının üstüne bağladım. Demlik işini de çözmüştüm böylece. İlk yolumuza çıkan dere kenarında güzelce yıkadım onu. Bir fırsatını bulup çay yapmak istiyordum ama ateş yakmak yasaktı. Şimdi demleyemeyeceksem ne zaman demleyecektim?

             Kendi çabamızla kurduğumuz mevzilerde pusuya yattık. Yakınımızdan bir domuz sürüsü geçti. Vukuatsız sabah oldu. Çayın kokusunu duyup, içememek beni perişan ediyordu. Biraz çiğnedim ama demleme gibi olmuyordu. Salça tenekesi ve Seylan çayı başucumda huzurla uykuya daldım.

             Uyanınca aynı mucizevî şey oldu. Mis gibi bir kokuyla kalktım. Uykumda bayılmış olabilirdim. Nerede altımdan akan buram buram demli çay ırmağı? Fokurdayan gümüş kaplı semaverler nerede? Huriler yok mu? Kendimi çimdikledim, şamar attım, canım yandı. Allah’ım, gerçekti bu. Mis gibi kokunun nerden geldiğini anlamaya çalıştım. Salça tenekesi ve çay yerinde yoktu. Bu kez ağaçlardan değildi koku. Komutan salça tenekesini almış, suyu kaynatmış, çayı demlemiş. Beni görünce:

“Ulan nasıl içeceğiz şimdi biz bunu?”

          Çayı demlemişti ama içmeye bardağımız yoktu.

”Komutanım, yemek kaşığıyla içelim.”

“Olur mu Laz uşağı?”

“Neden olmasın komutanım.”

              Düşündü. Bir çözüm bulamayınca:

“Tamam, öyle yapalım bari,” dedi.

              Komutan, benim gibi çay tiryakisiydi ama ateş yasağını çiğneyecek kadar da özlemiş bilmiyordum. Kaşıkla başına oturduk. İlk kaşığı almamıştık ki, kurşun tam bizim çay tenekesine geldi ve havaya uçurdu. Komutan silahına yeltenirken:

“Hay sizin ananızın... Şimdiyi mi buldunuz domuzlar!”  Dedi.

          Toprak benden şanslıydı, tavşankanı demli çayı afiyetle soğutmadan içti. Kendimizi yüzükoyun yere attık. Kurşunlar üzerimizden vızır vızır geçiyordu.

“Komutanım,  diye mırıldandım. Güzelim çaya yazık oldu.”

          Duymaz sanmıştım.

“Sana da çayına da lan inek, sen hâlâ ne diyorsun şaşkaloz. Senin yüzünden oldu ne olduysa! Diye bağırdı.”

Çayı demleyen o değil miydi? Sanki ben ona ateş yak dedim.

          O anda aklımda tek şey vardı. Dağ başında kurşunlar eşek arısı gibi üstümüzden uçuşuyorken, görevde ve çayımız dökülmüş. Kendimi otomatik silahın başına attım. Kurşun gelen tarafa namluyu çevirdim başladım ateşe.

“Çayımızı dökersiniz ha!”

Sabri Gümüş, Ben Dâhil, Şule Yayınları, 2019.

EDEBİYAT AİLEM KATEGORİSİNDEN...

meryem-kilic-57748

Meryem Kılıç

kollarım böyle bir şey söylemek üzere havada ordular gittiler kapılarının altında dinlenen adamlarla birlikte söylenmemişti önceden bu gördüğün kıştır yorabilir bu gördüğün kamaştırır gözlerini söylenmemişti veremedim bir isim, çatıda bekleyen yağmur ha düştü ha düşecek ya da dağılacak sis fazla yer kaplıyor kolluyorum kendimi uykuyla uyanıklık arası evleri sayıyorum düşmemek için göğe

DETAY...

merve-buyukcapar-97745

Merve Büyükçapar

İncir, nar belki kavak.  Ağaçları inceliyor sapan için uygun bir parça arıyordum. Sürgün veren dalları görmezden geliyordum. Henüz onlara merhamet gösterebilirdim. Camları korkusuzca indirdiğimiz, yaprak vurup isabet yarıştırdığımız, kuş avladığımız sapan mevsimi. İlk kuşun yere düşmesini bir hasta odasında bekliyordum.

DETAY...

nekro-porta-48662

Meliha Öz

Yedi Tepeli Babil'de, İsa'nın doğumundan beş yüz otuz iki yıl sonra, bir zemherir öğleden sonrasıydı. Sokakta oynayan çocukların, pencere önünde nakış işleyen kızların, tacını henüz takmış imparatorların gözünden yaş geliyordu. Fakat bunların ne mutluluk ne de kederle ilgisi vardı. Yüzüstü yatarak aşağıda olan biteni kayıtsızca seyrediyormuş gibi salınan bulutların, herkese fazla gelen tuhaf ışığıyla ilgiliydi bu.

DETAY...

ayse-uckan-65566

Ayşe Uçkan

Her mektup özeldir. Ama “ne özel” mektuplardı seninkiler. Geçmiş zaman kalıbıyla konuştuğuma bakma, okuyorum bu ara sık sık, hâlâ öyleler. Yazıldıkları günlere geri götürmede, anı diriltmede üzerlerine yok. Merak ettiğim, bana artık niye yazmadığın. Dur söyleme, ben bulayım…

DETAY...

2024. Copyright © Rahşan Tekşen.

Avinga | XML