ANA SAYFA » KİTAPLIĞIM » EDEBİYAT AİLEM » Şükran Binark
OT MU KEDİ Mİ?
Ertan okul haricinde, evde bilgisayar başında değilse genelde bahçedeydi. Yine mahalleliye ve esnafa illallah dedirtiyordu ama eskisi kadar değil. En son vukuatında, arkadaşlarıyla vanaları kapatıp mahalleliyi susuz bırakmışlardı. Saatler sonra birinin aklına gelmişti vanaya bakmak da, durum anlaşılmıştı. Yine Ertan'ın başının altından çıktığını öğrendiler öğrenmesine de elleri kolları bağlıydı. Kimse bir şey yapamıyor, nasihat edip gönderiyorlardı. Bu zaafı bazen arkadaşları kullanıyor, kendi yaptıkları yaramazlıkları da Ertan’ın üstlenmesini bekliyorlardı.
O hafta sonu sabahleyin, Arif Bey'in dışardan eve girdiğini görünce çabucak hazırlanıp hamama gitti Ertan. İlk defa Arif Bey olmadan buraya gelmişti. Korunağın kapısındaki muşambayı aralayıp içeri girdi. Üç yanda tahtadan raflar, üstlerinde de kimi açıkta, kimi kutularda eşyalar vardı. Yerde de büyükçe olanlar. Eşyaların bir kısmı örtülüydü. Açıkta maskeler, tekerleksiz bir bisiklet, fenerler, oyuncaklar vardı mesela. Bir örtüyü açınca teli kopuk bir keman ve birkaç plak gördü. Başka bir örtünün altında, üstü kapaklı tahta bir masa. Kapak aralıktı ve içindeki çizgi romanları görünce gözleri parladı ve sayfaları çevirdi hemen. Daha önce hiç görmediği Tarkan, Malkoçoğlu serileriydi bunlar. Örtüleri birer birer kaldırıp bütün eşyalara bakmak istiyordu. Fakat kapıdaki çanın sesini duyar duymaz fırladı korunaktan. Neyse ki Arif Bey farkına varmamıştı, arkası dönüktü. Onu birden karşısında görünce şaşırdı. Gölge ve Zagor'la oynuyordu Ertan.
“Kalimera* evladım! Rüyanda mı gördün burayı, sabah sabah gelmişsin.”
“Ablam yüzünden. Çok oluyor artık. Ben tuvaletteyken odamı karıştırmış, yok günlüğü falan mı kaybolmuş da onu arıyormuş. Bana ne onun günlüğünden. Çok meraklıydım bu kız saçmalıklarına.”
“Kavga mı ettiniz?”
“Yok, kızdım, kapıyı çarptım geldim. Biraz bağırdım çıkarken de.”
“Kardeşler geçinemez bazen, ama büyüklere saygılı olmak lazım. Bağırmak ne demek!”
“O da karıştırmasın eşyalarımı, izinsiz olur mu hiç!”
“Doğru söylüyorsun pedimu** ama, sakin ol. Hem sen günlük tutmaya kız saçmalığı mı dedin bakayım!”
“Öyle değil mi? Bizim sınıftaki kızlar tutuyor hep. Günlük, anket defteri, hatıra defteri falan.”
“Ama günlük tutmak güzel bir şeydir. İçini dökersin, hatırlamak istediklerini, söyleyemediklerini yazarsın. Rahatlarsın. Kızı erkeği olmaz günlüğün.”
“Ya biri okursa, rezil olurum.”
“Niye, o kadar kötü şeyler mi yazacaksın?”
“Ne bileyim ne yazarım. Hem kim demiş, ben yazmam öyle, günlük kız şeysi işte!”
Arif Bey güldü ve sırtını sıvazladı onun. Sonra taşlarla çevrelenmiş toprak parçasına gittiler beraber. Ertan yalan söylediği için biraz suçlu hissetmişti kendini. Gerçi bu söyledikleri olmuştu gerçekten, ama bugün değil, daha önceydi. Arif Bey'e yakalanınca birden aklına gelmişti işte. Arif Bey çömelip elindeki sulukla otları sulamaya başladı.
“Bak evladım, bu radika! Bu istifno, labada, cibez, finokyo, ısırgan, arapsaçı,” diye Ertan'a gösteriyordu her birini. O da şaşkınlıkla izliyordu. Çünkü bu söyledikleri aynı zamanda bahçedeki kedilerin de ismiydi.
“Kedilere otların ismini mi verdin?”
“Evet. Biz Giritlilere ot demeyeceksin evladım. Bir biz gideriz otun peşine bir de keçiler, nerede olursa olsun. Daha doğrusu bana ot sevdası annemden bulaştı. Annem için yetiştirirken, bir de baktım kedilerime isimlerini verecek kadar çok sevmişim onları.”
Ertan şimdi kazanda neler olabileceğini daha iyi düşünebiliyordu. Cadı büyü, sihir yapmak için bu otları mı kullanıyordu acaba? Arif Bey de annesinin suç ortağı mıydı yani? Bahçeden ayrılırken soru işaretleri çoğalıyordu zihninde. Artık korunaktaki eşyalara başka zaman bakacaktı. Yolda kedilerin isimleri aklına geldikçe gülmesi tutuyor, sonra da kimse gördü mü diye etrafına bakınıyordu.
Şükran Binark, Yılanlı Hamam, Şule Yayınları, 2018.
nehri tedirgin geçiyordun koşarak gergin ağlarla bana tedirgin örgülü saçların sığmadı ellerime bu eğri avuçlarla seni nasıl tutayım ben çolak bir ressamım, iyi türkü söylerim
Pazılarına kadar kıvırdıkları yenlerini besmele çekerek açan orta yaşlı babalar, kalın tırnaklarına nal gibi çakılmış takunyalarını sürükleyerek şadırvandan ağır ağır gelen dedeler, ezberlerini namazda unutmamak için sessizce tekrar eden yeni yetmeler, sıvalı paçalarıyla koşarak cemaate yetişen üstü başı toz içinde ırgatlar, ıslak sakalları yüzlerinde dirice parlayan gençler; kâmetle beraber ayaklanmış, gözleri yerde mırıldanarak birbirlerine yanaşıp tek saf olmuş, cübbesini estire estire mihraba gelen imamın tekbirine kulak kesilmişlerdi. “ Durdum divana, uydum imama, kıblem kabe-i şerife. ” “Allahu Ekber!”
Susturun arkamdan yaktığınız ağıtları. Gücünü tüketmiş göz pınarlarınıza merhamet edin artık. Sızlanmak çocuklara yakışır; sizlere yakışan yalnızca metanet. Kalemim parmaklarımın arasında kalmışsa alın. Kollarım iki yanıma düşmüşse takın kanatlarımı.
Palyaçonun sallandığı direğin darağacından tek farkı, ucunda sallanan adamın koltuk altından asılmasıydı. Neden herkesin kahkahalarla izlediği bir şeyi bu kadar korkunç buluyorum? Metrelerce yukarıdaki ipin ucunda debelenen bir adam nasıl komik olur, tek ben mi benzetiyorum can çekişen birine? Herkes nasıl da mutlu. Bir başka palyaço seyircilerin arasından gösteriye dahil olacak kişileri seçiyor. Ellerine birer top verdiği oyunun parçası olmayı başaran izleyiciler, hırsla palyaçoyu vurmaya çalışıyor.