İplik almaya her gidişinde beni de götürürdü annem. Renk seçimime karışmaz, sadece tezgâhın üzerindeki küçük kutudan alabileceğimi söylerdi. O küçük kutu, benim gittiğim iplikçi dükkânıydı ve o dükkânın tek müşterisi bendim. Sarısından moruna, yeşilinden pembesine… Kutuyu karıştırdıkça renkler elime bulaşır; daha oradayken hayalimde kaç tane hırka, elbezi, çanta boyardım. Eve geldiğimizde, bu ipliklerin bütün tasarruf hakkı bana ait olurdu. İki üç yumak sahibi olmuş bir kız çocuğuydum görünüşte, ama koskoca bir konağı çekip çeviren bir hanımefendi gibi hissederdim kendimi.
Sonra bana küçük bir tencere aldı annem. Fasulye ayıklasa, küçüklerini bana ayırdı; patates soysa, ikisini bana bıraktı. Ayaklarımın altına tabure koyup kendi tenceremde kendi yemeğimi pişirmemi izledi sabırla. O tencerede ne zaman yemek pişse, yedi cücelerin tabakları gibi muzip, sofradaki yerini aldı mutlaka. Ve babam sofradaki her şeyden çok kızının yemeğini beğendi. Sofradaki her şeyden çok…
Renkleri ayıramadığım zamanlar geldi sonra. Kör olduğumu zannettiğim zamanlar. Hemen dikiş makinemi açtım; nefesi tıkanan bir astımın, ilaca sarılması gibi. Makinemin dört bir yanından cüceler çıktı her zamanki gibi. Dünyanın en güzel çocukluğunu diktirdiler bana. Annemle babamın resmini yaptırdılar. Tezgâhın üzerindeki kutunun resmini, ocakta fokurdayan minik tencerenin… Kanatlarımın, özgürlüğümün.
Edebiyatla meşgul olan insanlar, malzemesi nokta, virgül olan metin ustaları gibi görülüyor. Alet edevatını kap da şu benim yazıyı bir düzeltiver, deniyor onlara sıkça. El atıyorlar atmasına amma çoğu zaman görüyorlar ki duvar çürük, çivi tutmuyor.