ANA SAYFA » KIRK BİR KERE İSTANBUL » Kırk Bir Kere İstanbul'dan Seçmeler » Büyük Postane
BÜTÜN MEKTUPLAR İSTANBUL'DAN GEÇER
...
Posta tatarı denilince bıyıkları burulu, sakalları taralı; kolları yırtmaçlı cepkeni, geniş şalvarı ve parlak çizmeleriyle nazif esvaplı bir ulak canlanırdı zihinlerde. Yana yıkılan uzun kalpağı, üzerine sardığı çiçekli yemenisi, gümüş kakmalarla süslü eğer takımı ve kehribar ağızlığıyla, at sırtında çakı gibi duran, güçlü kuvvetli bir âdemdi.
Bu kıyafetler içinde, emir almış bir bölük asker itaatiyle dört bucağa dağılır; haftada bir gün İstanbul’dan Rumeli’ye, bir gün de Anadolu’ya doğru yola çıkarlardı. Her birinin ücreti saat başına on akçaydı ve onların saat sesi diye bildikleri şey, yalnızca atlarının nal tıkırtısıydı. Bu sesin refakatinde tüketirlerdi ömürlerini. Başkalarına bitmez görünen nice yolları bitirir, sahibine ulaşmaz sanılan nice mektupları ulaştırırlardı. Kimi güzergâhları birbirine bağlayan yollar olmadığından, posta tatarları sayesinde mektuplar önce İstanbul’a gelir, buradan tekrar dağılırdı. Bu yüzdendir ki neredeyse bütün mektuplar İstanbul’dan geçerdi.
Bir vakit geldi ve mektupların çok uzun zamanda sahiplerine ulaşması ve posta işlerinin hâlâ develer ve atlarla yapılıyor olması, ciddi bir müşkül olarak görüldü. Bu müşkülü halletmenin ilk adımı olarak menzilhaneler kapatıldı ve hemen ertesi yıl, mümkün olan her büyük şehre tek odalı birer postane açılmasına karar verildi. Her biri için terazi, sandık, defter, muşamba gibi posta işlemlerinde kullanılan eşyalar temin edilecek, kapılarının üzerine de “Postahane” yazılı birer levha asılacaktı. Posta tatarları vazifelerinden alınmayacak; devletin resmî evraklarını ve hususî mektupları getirip götürmeye devam edeceklerdi. Sene 1840’tı ve aynı yıl ilk Osmanlı postanesi İstanbul’da açılmış, adına da Posta Nezareti denmişti. O yıllarda birkaç ecnebi postanenin zaten harıl harıl işlediği İstanbul, ilk kez kendisine ait bir postaneye sahip olmuştu.
...
Metnin tamamı için: Kırk Bir Kere İstanbul, Şule Yayınları, 2013, sf. 125-134.
Evvela sadece asker için ortaya çıkmışsa da öyle cazibeli hâle gelmiştir ki asker, memur, esnaf; hatta erkek, kadın demeden neredeyse herkesin başında fes görülür olmuştur. Lâkin esnafın halktan, memurun askerden ayırt edilebilmesi için feslerin kullanılış şekillerine kaideler getirilmiştir. Kimileri fesin etrafına çember saracaktır, kimileri ağabani, kimi leri tülbent…
Üzerime tek bir harfin, tek bir nakşın emanet edilmediği avare bir kâğıttım. Ak paklığımdan olacak, adam olur, dediler benim için. Biraz renk gelsin diye yüzüme, dağlardan toplanmış envai çeşit çiçeği kaynatıp suyuyla cismimi, kokusuyla ruhumu yıkadılar. Ömrüm uzun, yüzüm aydın olsun için aharladılar. Kendi güzelliğime âşık olup kibirlenmeyeyim diye, mühreyle bir güzel dövüp ıslah ettiler.
Sekiz köşesi olan semahanenin etrafını iki kat şeklinde mahfiller çevirir. Salonun sonunda kadınlar mahfili, sağda selamlık girişi, üstte hünkâr mahfili, altında dedegân odaları vardır. Bugün müze olarak kullanılan Galata Mevlevîhanesi’nin semahanesi, ilk kez inşa edilen bina olmasa da aynı mekânda ne demlere şahit olunmuştur!
Kütüphaneye tayin edilecek ilk hafız-ı kütüb, bugünün ifadesiyle diğerlerinin müdürü olacaktır. Günlüğü seksen akçeye gelecek, kütüphanenin meşrutasında ikamet edecek, vazife mahallini tenha koymayacak ve haftanın beş günü, her sabah öğrenci okutacaktır. Hulâsa bir ehl-i ilim ve sahib-i fazl kimesne hafız-ı kütüb-ü evvel olabilecektir.