ANA SAYFA » KIRK BİR KERE İSTANBUL » Kırk Bir Kere İstanbul'dan Seçmeler » Sahaflar Çarşısı
PARA HIRSLI ÂDEMLER
...
1980’de Sahaflar Çarşısı yeniden tanzim edildi. Dükkânların üzeri kapatıldı, avluya taşlar döşendi, ortaya küçük bir bahçe yapıldı ve çeşme kondu. Sahaflar, sadece ders kitapları, testler, hediyelik eşyalar satan bir kitap çarşısı olarak idrak edildiği günden beri de içi çıkarılmış bir cevize döndü.
Keşke yirmi üç dükkândan sadece bir tanesinde el yazması eserler olsaydı hâlâ. İşlenmiş deri bir kapağın üzerinde gezebilseydi parmaklar. Sayfaların arasından kurumuş bir çiçek çıksaydı ya da yıllar önce karalanmış birkaç satırlık not. Dibâceleriyle göz kamaştırsaydı her bir kitap. İhtiyarlıktan istisna edilmiş bir insan teni gibi hayran bıraksaydı aharlı sayfalar. Bir efendi, otuz altın saymaya başlasaydı herkesin önünde: Bir, hattatın kamış hakkı içün. İki, müzehhibin fırça hakkı içün. Üç, mücellidin sahtiyan hakkı içün. Dört, mürekkepçinin is hakkı içün. Beş, mührecinin mermer hakkı içün. Altı, kâğıtçının şap hakkı içün…
Varsın, Garplının biri “eli sıkı, para hırslı âdemler” olarak bahsetseydi sahhaflardan.
Metnin tamamı için: Kırk Bir Kere İstanbul, Şule Yayınları, 2013, sf. 143-150.
[1] Kapalıçarşı, “Kapalıçarşı Kitap Cennetiydi”, 2002-1, sf.62-66
Kütüphaneye tayin edilecek ilk hafız-ı kütüb, bugünün ifadesiyle diğerlerinin müdürü olacaktır. Günlüğü seksen akçeye gelecek, kütüphanenin meşrutasında ikamet edecek, vazife mahallini tenha koymayacak ve haftanın beş günü, her sabah öğrenci okutacaktır. Hulâsa bir ehl-i ilim ve sahib-i fazl kimesne hafız-ı kütüb-ü evvel olabilecektir.
Bunca güzellik mabetten çok müzeye çevirmiştir Rüstem Paşa Camii’ni. Seyyahları hiç eksik olmaz. Her gün yüzlerce göz süzülür kubbeden payelere. Flaşlar duvarların, çiniler seyyahların gözlerini kamaştırır. Uzak diyarlardan sırf çinileri görmek için gelen gözleri… Ömründe hiç mavi görmemiş bir delikanlı girer cümle kapısından. Elinden tutan beyaz âsâsı mihraba kadar götürür onu. Seyyahlar bir bir terk ederken camiyi, o secdeye kapanmış vazodaki menekşelerin kokusunu çekmektedir içine.
Güneşi bile unutmuş toprak, gül vermeyi öğrenir onun elinde. Saçlarının telleri birbirine karışmış ağaçlar, kendilerine çeki düzen vermeyi… Gözleri de hayran bırakır tekke böylece, gönülleri olduğu kadar. Kapısından misafir eksik olmaz. Yemeğini yemeden, şerbetini içmeden kalkıp giden olmadığı gibi. Bu kapıya gelip de sadakasını almayan bir fakir yoktur. Bu kapıya gelip de duasını almayan bir tek fakir: Vezirler, paşalar, divan erbabı, esnaf, halk…
1900’lü yıllar. Hatta tam da 1900. Yıllardır zihninde mukaddes bir emanet gibi muhafaza ettiği arzusuna biraz daha yaklaşmıştı Abdülhamid. Onun arzusu, İstanbul’dan Hicaz’a yapılan yolculuğun aylarca sürmesine, yolculukları çileye çeviren susuzluk, hastalık ve baskın korkusuna çare bulmaktı. Onun asıl arzusu, İstanbul’u Mekke ve Medine’ye sağ salim kavuşturmak ve rayların denize değdiği yere bir gar binası inşa etmekti.