ANA SAYFA » KIRK BİR KERE İSTANBUL » Kırk Bir Kere İstanbul'dan Seçmeler » Şark Kahvesi
KAHVE PÎR, KALBİME GİR
...
Orta yerinde havuzu yoktur Şark Kahvesi’nin. Su sesi de yoktur bu yüzden. Lâkin elini uzatıverse biri, suyunu akıtmaya âmâde bekleyen mermer bir çeşmesi vardır girişte. Köşede gelin gibi süzülen bir semaver, kahve dövmekten emekli koca bir dibek…
Kundura çıkarılacak bir pabuçluk da yoktur, meydanın etrafını saran sedirler, kerevetler de. Üçer dörder kişilik ahşap iskemlelerle masalar ve Anadolu kadınlarının bellerine doladıkları kuşaklardan masa örtüleri vardır yalnızca.
Şuursuz kahkahalar atan, birkaç masa ötesindeki insana sesini duyuracak kadar zevksiz ve keyifsiz lakırdılar eden insanlara da pek rastlanmaz burada. Kapıdan girenlerin ekserisi orta yaştadır, kimi de orta yaş üstü. Bir iki masada sessiz sakin tavla oynayan insanların attığı zar sesi duyulur arada bir. Görücüye çıkacak kız gibi hazırlanan fincanların, bardakların şıkırtıları gelir ocaktan. Her masada edilen sohbetten yekpare bir uğultu yükselir kubbelere doğru.
“İki sade!”, “Bir orta şekerli!” sesleri her yankılandığında bir cezve daha sürer kuma ocakçı. Tepsiye dizdiği her bir fincanın yanında, tatlı yensin ki tatlı konuşulsun temennisiyle bir lokum gönderir. Bu kahve, yetmiş iki dilde edilen sohbete eşlik eder burada. Yetmiş iki millete arz-ı endam eder. Fağfuri fincan, telkâri zarfla sunulmuş olmasa da kumda pişen köpüklü Türk kahvesinden ilk yudumu alan herkes şu cümleye “Âmin” der: Kahve-i rûy-i zeminin nefhi vardır bedene/Hak Teâlâ rahmet etsin bunu icad edene.
Metnin tamamı için: Kırk Bir Kere İstanbul, Şule Yayınları, 2013, sf. 91-97.
Bunca güzellik mabetten çok müzeye çevirmiştir Rüstem Paşa Camii’ni. Seyyahları hiç eksik olmaz. Her gün yüzlerce göz süzülür kubbeden payelere. Flaşlar duvarların, çiniler seyyahların gözlerini kamaştırır. Uzak diyarlardan sırf çinileri görmek için gelen gözleri… Ömründe hiç mavi görmemiş bir delikanlı girer cümle kapısından. Elinden tutan beyaz âsâsı mihraba kadar götürür onu. Seyyahlar bir bir terk ederken camiyi, o secdeye kapanmış vazodaki menekşelerin kokusunu çekmektedir içine.
Üzerime tek bir harfin, tek bir nakşın emanet edilmediği avare bir kâğıttım. Ak paklığımdan olacak, adam olur, dediler benim için. Biraz renk gelsin diye yüzüme, dağlardan toplanmış envai çeşit çiçeği kaynatıp suyuyla cismimi, kokusuyla ruhumu yıkadılar. Ömrüm uzun, yüzüm aydın olsun için aharladılar. Kendi güzelliğime âşık olup kibirlenmeyeyim diye, mühreyle bir güzel dövüp ıslah ettiler.
Posta tatarı denilince bıyıkları burulu, sakalları taralı; kolları yırtmaçlı cepkeni, geniş şalvarı ve parlak çizmeleriyle nazif esvaplı bir ulak canlanırdı zihinlerde. Yana yıkılan uzun kalpağı, üzerine sardığı çiçekli yemenisi, gümüş kakmalarla süslü eğer takımı ve kehribar ağızlığıyla, at sırtında çakı gibi duran, güçlü kuvvetli bir âdemdi.
İsminden de anlaşılacağı gibi Valide Han’ın sadece büyüklüğüne bakarak bile yaşı tahmin edilebilir. Zira on yedinci asra gelinceye kadar hanlar ya tek avluludur ya da çift avlulu; ya tek katlıdır ya da çift katlı. Büyük Valide Han, kendi asrında üçüncü avlusu yapılan ilk handır ki on yedinci asır, han inşasının zirveye ulaştığı, on sekizinci asır da kemale erdiği dönemdir.