Rahşan Tekşen

ANA SAYFA  »  EDEBİYAT AİLEM   »  Aziza Rüya

Aziza Rüya

Tek Başına İyilik
Tek Başına İyilik

ADSIZ ŞEHRİN HÜZÜNLÜ KAYBOLUŞU

Yakut topraklara ulaşan her yabancı büyüleyici manzara karşısında, vay vay vay, diyerek coşuyor, şehirden gözlerini uzun süre alamıyordu. Onu görüp cezbesine tutulanlar, kendilerine geldiklerinde haritalarına sarılıp, neresi burası, diye sorup soruşturmuş, onca çabalarına rağmen yerin adını öğrenememişlerdi.

Her şeye bir ad vermeyi seven yabancılar, sonunda bu güzel şehre Adsız demişler, hazır ismini de koyduğumuza göre bizim sayılır, deyip girmişlerdi içeri. Ve işte o zaman; uzaktan kapıldıkları hayranlığın, ne denli fakir kaldığı çıkmıştı ortaya.

Adsız halkı tuhaf bir dille konuşuyordu. Alfabelerinin biricikliği ağızdan ağıza yayılıp dil uzmanlarının kulağına varınca, araştırmacılar şehre akın etmiş, hepsi birden ciddiyetle çalışmış incelemeler yapmışlar da; belki biraz Hami-Sami dil ailesine benzeyen fakat bir süre sonra iyice karmaşıklaşan bu dili, maalesef çözemediklerini, itiraf etmişlerdi. Adsız sözcüğü de, adsız demekti. İşte hepsi bu kadar.

Hâlbuki her görenin adından mutlaka bahsetmek istediği, görmüş olmakla övündüğü bir yerdi burası.

Akıntılı sarı denizin kıyısına inen zümrüdî hurmalar, dalların taşıyamadığı turuncu meyvelerle eğilip kalkarak denize vurur, kaynağından kopan su yongaları havada zıplayıp sıçrayarak etrafa savrulurdu. Dünyanın diğer yerlerinde olduğu gibi, dalgaların kıyıyı aşındıran sesi burada duyulmaz; tersine hurmalar keskin uçlarıyla denizi biteviye döverlerken boğuk, iniltili bir ses duyulurdu suda. Güney rüzgârlarına karışan kadim bir sesti hem de bu. Ninniye benziyordu. Belki Adsız sakinlerinin düşük göz kapaklarıyla uykulu bakışları, ağırbaşlı yürüyüşleri, el ve ayaklarındaki miskin davranış, seslerindeki yumuşaklık da bundandı.

Yavaşlığa rağmen, işler şaşırtıcı biçimde hızlı yapılıyordu. Şehri yormayan kolay yaşama biçimi; insanın, toprağın, taşın, göz alabildiğine her şeyin ruhuna işlemişti. Bunca kolaylığın yanında kıyıya yanaşan yolcu gemileri ya da uzaktan gelen özel tekneler -yani Adsız’a deniz tarafından yaklaşanlar- epey zorlanıyorlardı. Hurmaların kendi dikenleriyle ördüğü geçimsiz bir duvar, kıyı boyunca uzayıp önünü kesmişti çünkü girişin. Şehir, denizden gelenlere karşı diken üstünde gibiydi.

Kara tarafından Adsız’a girenler ise yüksek tepeden baktıklarında onu sırlı ellerce hazırlanmış hurma tabağına benzetiyor, denizdekilerin çektiği ızdıraptan bihaber, manzarayı hayranlıkla seyrediyorlardı. Asıl görmeleri gereken, başka şeylerdi oysa. Dikkat etseydiler şehrin karadakilerin gelişinden de huzursuzlandığını, onları görür görmez incisini saklayan istiridye gibi kapanıverdiğini fark ederlerdi.

Kamıştan bacalar, toprak evler, su arkları, çatılar, kemerler, köprüler... Şehirde ne var ne yoksa; terra rosanın kızıl çamuruyla perdahlanmış, güneşin altında yakut gibi parlıyordu.

Mavi denizler, orman yeşilleri, meyvelerden taşan canlı renkler, altın ve gümüş hayaline kapılan yabancıların aklını başından alıyor, akanyıldız misali koşturuyordu onları. 

Şehre develerin gölgelendiği sedir ormanından geçerek, mercan ve yeşimle işlenmiş çinili bir kapıdan girilirdi. Çeşmeleri, düzenli ve temiz sokakları, dükkânları ve evleri geçe geçe, bir dalganın katmanları gibi içlere doğru ilerlenir ama bu durum kimsede büyüklük ya da dağınıklık hissi uyandırmazdı. 

Evlerin taçlı başları altında iki girişi vardı. Ahşabı dantel gibi oyulmuş ön kapı sokağa bakar, arka kapı bahçeye açılır, ama Adsız halkından hiç kimse, ne kapıya kapı ne de bahçeye bahçe derdi.

Sokağa bakan kapı her daim aralık durur, kilitlenmez, isteyen hafifçe tıklatıp iterek içeri girebilirdi. Apak sedirlerin süslediği kızıl odacıklar loş bir sessizlikte uyuyor olurdu hep.

Bahçeden gelen baharatlı koku, eve girenleri daha ilk anda sersemletir, rayihaları kadar renkleri de güzel çiçeklerden kimse bakışını alamaz, ağırlaşan duygularla olduğu yere çöküverirdi insan.

Bahçelerden odalara giren, odalardan sokağa süzülüp bir uçtan öbür uca gezen bu büyü, köşe bucağı tütsüleyip mühürler, şehri daha da zenginleştirirdi ama Adsız halkından hiç kimse, ne çiçeğe çiçek derdi, ne kokuya koku, ne de renge renk.

Meydandaki büyük ev, her gün üç kere dolup taşar, neşeli kalabalık bakır kazanlarda el birliğiyle leziz yiyecekler hazırlar, yemekler aşırıya kaçılmadan eksiksiz olur, yine hep birlikte yenir; işte o zaman şehrin kokuları biraz değişir, iştâh kabartıcı bir buhar her sokağı burcu burcu dolaşır, hiçbir yere sinmeden havada uçuşup dururdu.

Tabii Adsız halkı, ne ete et, ne balığa balık, ne de ekmeğe ekmek derdi.

Şehirde canlı varlıklarınki gibi cansızların da bir adı yoktu çünkü. Vardı da yoktu. Adsız sakinlerine göre, insanın adı insan, suyunki su, toprağınki topraktı. Ama büyütülecek bir şey değildi. Yaşıyorlar, doyuyorlar, şükrediyorlardı ya, yeter de artardı şüphesiz.

Yabancıların kafasını bir hayli karıştırıyordu bu durum. Nasıl yani, diyorlardı, olacak şey mi canım! Herkes herkesten, her şey bir diğerinden farklıdır, farklar olmasaydı kendimizi de ötekileri de nasıl tanıyacaktık! Farklar önemlidir hem de gereklidir!

Adsız’dakiler eleştirileri umursamıyor, varlıkları olduğu gibi nesneleri ayrıştıran farkları da görmüyor, görüyorsa önemsemiyor, adlandırmaya teşebbüs bile etmiyorlardı.

Bir masa, bir sandalye, bir yatak dediklerinde; masanın kare, dikdörtgen veya yuvarlak mı, sandalyenin cilalı mı ham mı, yatağın büyük mü yoksa küçük mü olduğuyla ilgilenmeden, olabildiğince kısa cümlelerle konuşup, hemen anlaşıyorlardı.

Belki de adsızlık, her şeyi hafifleten bir tılsımdı. Şehir öyle hafifti ki, zaman zaman yerle temasının kesildiğini, havada süzüldüğünü görenler olmuştu. Olmuştu olmasına fakat ispatlaması zordu. Halk, hiçbir zaman bunu kabul etmez, şehri gezerken o ana tanıklık eden yabancılar, adımlarını boşluğa atar gibi garip hissettiklerini, başlarının dönüp midelerinin bulandığını söyleseler de laflarını kimseye dinletemezlerdi.

Bir at, bir attan, bir köpek, bir köpekten ya da bir kedi, bir kediden ibaretti. Tekirmiş sarmanmış veya güzelmiş çirkinmiş ayırmıyor, her kediye eşit muamele yapıyorlardı. İnsan da insandı onlara göre. Diğer canlılardan üstün herhangi bir özelliği yoktu. Erkek ile kadın arasında, Allah’ın bahşettikleri dışında bir farkın olmadığı gibi.

Sahiden de sokaktakilere bakınca, kadını erkekten ayırmak çoğu kez kolay olmazdı. Ayaklarına kadar inen kandura benzeri giysiler ve omuzlarına attıkları envayi çeşit dokumalarla, başlarına sardıkları, yüzlerini neredeyse kapatan tek renkli şallarıyla, hepsi birbirine benziyordu.

Çocuklar da aynı şekilde giyinir, yalnızca kılıklarıyla değil davranışlarıyla da büyüklere benzerlerdi. Öyle ki şehrin yönetimi için her yıl seçilen on kişilik Asiller Heyeti’nde görev alıyorlar, halkın yaşayışını doğrudan etkileyen kararlarda söz sahibi oluyorlardı.

Asiller Heyeti her yıl, herkesin yerini değiştirir, evlerin, dükkânların, işlerin yeni sahiplerini kurayla belirler; mülkiyet kavramından habersiz, hiçbir özel eşyası olmayan halk, bir evden ötekine, bir dükkândan diğerine geçiverirdi.

Gerek evlerde, gerekse dükkânlarda her türlü ihtiyaç ne eksik ne de fazla hep kıvamında olur, işler her zaman erbabına teslim edilir, çocuklar anne veya baba mesleklerinden istediğini seçip, bizzat evlerde eğitilirdi.

Şehirde okul, hastane, mahkeme ve daha niceleri gibi gereksiz hiçbir şey bulunmaz; fabrikalar, motorlu taşıtlar, teknolojinin insan zihnini bulandıran keşiflerinin esamesi okunmazdı.

Adsız’da suç işlenmez, hastalık olmaz, garip bir şekilde nüfus da doğumlarla ölümler arasında her zaman orantılı gider, bozulmazdı. 

Fakat ziyaretçilerin artışı, şehri değiştiriyordu. Sokaklar görülmemiş kabalıklarla dolup taşıyor, karmaşanın sonu gelmiyordu bir türlü. İşinde gücünde yaşayan halk, her geçen gün biraz daha yıpranmış, yorgun, mutsuz yüzlerle uyanıyordu artık.

Yabancılar ise konuk oldukları evlerde misafirliği uzattıkça uzatıyor, bir evden öbürüne zevklerine göre geçip, döşeklerde eşinip, avlularda tepiniyorlardı.

Hoyratlık, Adsız’ı giderek incitiyordu. Yiyecek sıkıntısı çekmeye başlamışlardı. Ardından hırsızlık, cinayet, iktidar kavgası gibi kötülüklerle sarılıvermişlerdi.

Açgözlülük, şehrin yakasına yapışmıştı bir kere.

Ziyaretçiler geldikleri günden daha da doyumsuzdular. Önceleri büyülendiklerini gizlememiş, Adsız’ın altın ve gümüşünden ucuza istifade etmek istemişler; paranın varlığından habersiz halk, ihtiyaçları kadarını bedavaya alabileceklerini söyledikçe şaşırmışlardı. 

Sonraları bu durumdan yararlanmaya, bulduklarını ceplerine atmaya başladılar. Bununla da yetinmeyip her gördüklerine sahip olmak ve görmedikleri daha ne varsa hepsini bulup çıkarmak için halka işkence etmeye...

İşte o zaman her şey değişti!                                           

***

Ve onlar, bir sabah uyandıklarında; ne zümrüdî hurmalar, ne yakut toprak, ne ninnili deniz, ya da ceplerine doldurduklarından, yiyip içtiklerinden, görüp duyduklarından herhangi bir iz; çiçeklerin büyüsü, renklerin şenliği, köprüler, meydanlar, çeşmeler, şehrin her türlü bereketi ve nazik insanlarıyla Adsız, zihinlerinden de çekip gitmiş, ortadan tamamen kaybolmuştu.

Aziza Rüya, Tek Başına İyilik, Şule Yayınları, 2018, sf.7-13.

EDEBİYAT AİLEM KATEGORİSİNDEN...

sumeyra-ikiz-96677

Sümeyra İkiz

   Sahaf dükkânına her gün pek çok insan gelirdi. Ama o gün, kapısının önündeki dut ağacından içeriye giren küçücük bir tırtıldı.     Sabah rüzgârıyla yalpalayan ağacın tüylü yapraklarından birinin kenarını ısırmak üzereyken yere düşmüş, yumuşacık gövdesi toza, toprağa bulanmıştı. Ters düştüğü yerde başıyla ayaklarını birleştirip tortop olmuş, bir süre hareketsiz kalmış, sonra tutunamadığı ağaca yüz vermek istemezmiş gibi yan dönüp açıla kapana pürtüklü kaldırımda ilerlemişti.

DETAY...

meryem-kilic-57748

Meryem Kılıç

kollarım böyle bir şey söylemek üzere havada ordular gittiler kapılarının altında dinlenen adamlarla birlikte söylenmemişti önceden bu gördüğün kıştır yorabilir bu gördüğün kamaştırır gözlerini söylenmemişti veremedim bir isim, çatıda bekleyen yağmur ha düştü ha düşecek ya da dağılacak sis fazla yer kaplıyor kolluyorum kendimi uykuyla uyanıklık arası evleri sayıyorum düşmemek için göğe

DETAY...

sabri-gumus-70679

Sabri Gümüş

Göreve çıkacağımız sabah kahvaltıda çorba vardı fakat burnuma mis gibi demli çay kokusu geliyordu. Kantinimiz yoktu ama nereden alıyordum o kokuyu anlamadım. İçim buruk bir şekilde bahçede toplandık. Arkadaşlarla şakalaşırken üst teğmen geldi. “Asker toplan!” Diye bağırdı. Çantalarımızı ve silahlarımızı sırtlandık, sonra tim düzeninde sıra olduk.

DETAY...

ayse-uckan-65566

Ayşe Uçkan

Her mektup özeldir. Ama “ne özel” mektuplardı seninkiler. Geçmiş zaman kalıbıyla konuştuğuma bakma, okuyorum bu ara sık sık, hâlâ öyleler. Yazıldıkları günlere geri götürmede, anı diriltmede üzerlerine yok. Merak ettiğim, bana artık niye yazmadığın. Dur söyleme, ben bulayım…

DETAY...

2024. Copyright © Rahşan Tekşen.

Avinga | XML